Vatandaş döviz bozdursa doları düşürebilir mi?

Doların neden yükseldiğini tartışmadan nasıl düşürüleceğini belirlemek bizi yanılgıya götürebilir. Aynı vücuttaki ateşin neden kaynaklandığı bilinmeden ateş düşürücü kullanarak iyileşmeyi umut etmek gibi…

Türkiye’de dolar kuru artışı TÜSİAD’ın imada bulunduğu siyasi nedenlerden kaynaklanmıyor. Nedenlerini küresel ve bölgesel ekonomik gelişmelerde aramak en doğru ve yol gösterici olandır. Bunları sırasıyla değerlendirelim…

Kur artışına neden olan en önemli yapısal sorun dış ticaret açığıdır. Dış ticaret dengemiz petrol fiyatlarındaki gerileme ve ithalattaki yavaşlamanın etkisiyle iyileşmektedir. Tüm devalüasyonlarda en önemli faktör ithalatın ihracatla karşılanma oranındaki bozulmadır. Bu oran kriz dönemlerinde %55 seviyesine kadar düşmektedir. Oysa 2016 yılı üçüncü çeyreğinde ithalatın ihracatla karşılanma oranı %70 seviyesindedir. O halde dış ticaret açığının döviz kurlarındaki sıçramayı açıklamak için yeterli olmadığını söyleyebiliriz.

İkinci faktör finans kesiminin açık pozisyonudur. Örneğin bankalar döviz kredileriyle döviz mevduatlarını dengeleyemezlerse açık pozisyona düşerler. Nitekim 1994 ve 2001 yılı krizlerinde birçok banka açık pozisyona düşmüş ve bu yüzden kur artışıyla birlikte batmıştır. Bankacılık sektörüne baktığımızda üçüncü çeyrekte yabancı para net pozisyonu 0,4 milyar TL fazla vermektedir. Bu durumda bankaların açık pozisyonlarının döviz kuru artışını etkilediğini de düşünemeyiz. Zaten Bankaların döviz cinsinden sendikasyon kredilerinde bir sorun gözükmemektedir.  Ayrıca sermaye yeterlilik oranları %16 gibi dünya ölçeğinin üzerindedir.

Özel sektörün Bankalara döviz kredi borcu 176 Milyar dolardır. Buna 224 Miyar dolar dış kredi borcunu da ilave edersek yaklaşık 400 Milyar dolar risk taşıdığını ifade edebiliriz. Ancak, bunun 30 Milyar doları kısa vadeli, geri kalanı uzun vadelidir. Üstelik dış borcun büyük bölümü vatandaşın kendi parasıdır.  Bir nev’i yurtdışıdaki parasını borçlanmış göstererek tekrar ülkeye sokmaktadır. O yüzden Varlık barışı yasası çıkarmıyor muyuz? Varlık barışıyla yapılmak istenen bu paraların kalıcı olarak ve muvazaadan ari yurda sokulmasını sağlamaktır.

Diğer taraftan, 2013 yılından bu yana ülkemizde yaşanan siyasal gelişmelerin ekonomi üzerinde baskı oluşturması nedeniyle şirketler döviz cinsinden kredi kullanımını azaltmış, TL cinsinden kredileri tercih etmiştir. Özellikle 2016 yılı ilk çeyreğinden itibaren kredi talebinde artış olmamıştır. Bu nedenle özel sektörün döviz cinsinden borç stokunda görece olarak azalma eğilimi söz konusudur.

Kamu kesimi borçlanma gereği çok düştüğü için ve bunu da TL cinsinden karşıladığı için devletten kaynaklanan bir döviz bunalımı da söz konusu değildir.

Buraya kadar saydığımız etkenler dolardaki artışı açıklamıyorsa, nedenlerini ekonomik faktörler ve hatta iç etkenlerden çok dış etkenlerde aramamız doğru olacaktır.

Dolardaki artışın en önemli nedeni ABD ekonomisindeki iyileşmedir. ABD’de son yılların en düşük işsizlik oranları yaşanmakta, enflasyon ve faiz oranları son derece düşük seyretmektedir. Bu nedenle FED ’in alacağı kararlar dolardaki değerlemeyi daha da artıracağı varsayımıyla dünyada dolara olan talep artmıştır.

Bundan daha önemlisi doların alternatifleri değer kaybetmektedir. Euro ve Yen bölgesinde durgunluğu gidermek için parasal genişleme önlemleri alınırken, dolardaki artış daha da körüklenmiştir. Çin’de büyüme hızının yavaşlaması Altın ve emtia fiyatlarını düşürmüş, böylece doların saltanatı güçlenmiştir.

Hal böyle olunca ne Merkez Bankası’nın ne de küçük tasarruf sahiplerinin döviz bozdurmasının dolar kuru üzerinde baskı oluşturması beklenemez.

Dolar bir mübadele aracı olmaktan çok tasarruf aracı haline geldiği için gereğinden fazla değer görüyor. Bizim de izlememiz gereken yol, dolarla oynamak yerine alternatiflerini güçlendirmek olmalıdır.

Dolar satarak doları düşürmeye bizim gücümüz yetmeyeceğine göre ekonomimize maliyetini nasıl azaltabiliriz?

Döviz kurlarının gelir tablosunda kambiyo zararı olarak yer alması nedeniyle bir maliyet unsuru olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Yani kur artışı ihracatçının lehine kambiyo karı olarak yansırken, ithalatçı için kambiyo zararı olarak yansımaktadır. Türkiye ihracattan çok ithalat yaptığı için toplamda kur artışından zarar görmektedir. Kur artışından daha az etkilenmek için kısa ve uzun vadeli önlemlere başvurmak zorundayız.

Kısa vadede dolara spekülatif talebi önlemek için borsayı güçlendirmemiz önem taşımaktadır. Önerim enerji KİT’lerinden bir bölümünü borsada halka açabiliriz. Böylece borsaya derinlik kazandıracağımız gibi hareketlilik de getirebiliriz. TBMM KİT Komisyonu Başkanlığım sırasında yaptığım tespitlere göre enerji sektöründeki KİT’lerin %25’inin halka arzı ile 20 Milyar Dolar gelir elde etmek mümkündür.

Ayrıca, Özelleştirme İdaresi, TOBB, TESK gibi kuruluşların elindeki fonları borsadaki şirketlerden pay alarak kullanmaları durumunda spekülatif dolar talebi yerine tasarruflarımız kar dağıtan reel sektöre aktarılabilir.

Kamu bankalarımızın Fiyat Karlılık Oranları 5 yıla kadar düşmektedir. Bu kelepir fiyatlardan hisse senedi almak yerine daha da artacağını düşünerek dolar satın almak çok büyük bir hatadır. Unutmayalım ki, gereğinden fazla değerlenmiş dolar kurları en başta Amerika’ya zarar verecektir. Bu yüzden bu çıkışın inişi olacağını hesaba katmak gerekir.

Son olarak Hükümetimizi uyarmamız gereken bir başka soruna dikkat çekmek istiyorum. Dolardaki artışla eş zamanlı olarak Foreks reklam furyasını başlattı. Foreks nedir? Örneğin 1000 dolarınız var. Bununla hesap açıyorsunuz. Size 50 bin dolarlık alım hakkı veriyorlar. Dolar bir günde %1 arttığında 50 kaldıraçla 1000 dolarınızla 500 dolar kazanç elde ediyorsunuz. Bu tatlı hayale kapılarak hareket edip Foreks oyununa katılan fayans işçisi bir hafta içerisinde elindeki 1000 doları da kaybediyor. İstisnalar var elbette ama çoğunluğu elindeki kaybediyor. Hükümetimiz Foreks piyasalarını yasaklamasa bile, en azından kaldıraç oranlarını sıfırlamalıdır. Foreks piyasalarda dolar spekülatörleri ve aracı kurumlar dışında kimsenin para kazanma olasılığı yoktur ya da Milli Piyango biletinden fazla değildir.

 

DOLAR ZİRVESİ VE ZİRVEDEKİ DOLAR

Dolar zirve üstüne zirve yapıyor. Bu yüzden Ekonomi Koordinasyon Kurulu da Beştepe’de zirve yapıyor. Dolar ağaca tırmanan kedi misali çıktı çıkmasına da orada sürekli kalma şansı yok. İneceği kesin ama süzülerek mi, yoksa çakılarak mı iner o tartışılır. Piyasa ekonomisi üç sütun üzerinde yükselir. Bunlar; fiyat, faiz ve döviz kurlarıdır. Bu sütunlardan birinde bir sarsıntı olursa tüm yapı etkilenir. Ekonomik sarsıntılar aynı depremde olduğu gibi biriken enerjinin birdenbire açığa çıkmasıyla meydana gelir. Her şey devalüasyonla başlar. Arkasından faiz artışı gelir ve son olarak her ikisi birden enflasyonu yükseltir. Böyle bir kriz yaşandığında TL alacaklarınızın değeri yarıya inerken, döviz borçlarınız ikiye katlanır. Bununla kalsanız iyi. Ayrıca banka kredi borcunuz varsa borcunuz kısa sürede ödenemez hale gelebilir. Ancak tüm ekonomik sistemler uzun vadede dengeye ulaşır. Yukarıda saydığımız parametrelerde denge sağlanıncaya kadar yavaş yavaş şiddetini kaybeden sarsıntıların olması doğaldır. Bütün bunları anlatmamın sebebi malum. Dolar aldı başını gidiyor. Merkez Bankası yıl sonu dolar tahminini revize ederek 3,18’den 3,34’e yükseltti. Bu günlerde zaten 3.34’ün üzerinde seyrediyor. Ekonomi yönetimi döviz kurlarındaki artışın geçici olduğunu savunuyor ve daha çok Trump etkisine ve FED açıklamalarına bağlıyor. Bunda haklılık payı olsa da Dolar’daki artışın iyimser tahminlerle değerlendirilmesi bizi yanılgıya götürebilir. Ekonominin temellerinde bir sarsıntı yoksa ve sütunlarda oluşan çatlakları tamir edebiliyorsak o halde bu durumu geçici görebiliriz. Burada sadece kendi ülkemizdeki ekonominin temellerini kastetmiyorum. Yazımın başında “piyasa ekonomisi” diyerek giriş yaptım. Zira dışa açık bir ekonomide hesaplar sadece kendi ekonomik sisteminiz üzerinden yapılmaz, aynı zamanda bölgesel ve küresel etkileri de hesaba katmanız gerekir. Dünya’da FED ’in faiz artışı ve bunun dolar talebi üzerindeki etkileri tartışılıyor. 1998 yılı Amerika finans krizinden bu yana neredeyse on yıl geçti. Bu süre zarfında Amerikan Merkez Bankası ve Hazinesi dünyaya dolar enjekte ettiler. Dolardaki tarihi düşüşü petrol fiyatlarındaki tarihi tırmanışla dengelemeye çalışsalar da dünyada finansal genişleme yaşandı. Döviz bolluğundan finans ihtiyacı olan bize benzer gelişmekte olan ülkeler yararlandı. Şimdi tam tersi durum söz konusu. Dolar yükselirken petrol fiyatları düşüyor. Bir anlamda terazinin bir kefesinde petrol diğer kefesinde dolar bulunuyor. Eğer her ikisi birden yükselirse işte o zaman yandık. Körfezde yaşanan savaş sona ermezse, her ikisinin de değişik nedenlerle artması mümkün. Diğer taraftan Çin’in büyüme hızında yavaşlama emtia fiyatlarını düşürdü. Küresel ekonomide Ortadoğu krizinin derinleşmesiyle birlikte yine ciddi yavaşlama söz konusu. Avrupa’daki resesyon bir türlü giderilemiyor. İşte böylesine daralan bir dünya ekonomisinde Türkiye’nin iç dinamikleriyle krizi kontrol edebilmesi elbette beklenemez. Sadece Maliye politikalarımızın başarılı olması, bütçe disiplini sağlanması da sorunu çözmüyor. Kaldı ki; tüketimini borçlanarak yapan bir ülkede borçlanma imkanları da sınırlanmışsa, talep daralmasından en çok etkilenecek kamu maliyesidir. Bu durumda bütçe açıklarının oluşması kaçınılmazdır. 2016 başında dolar kuru 2,94 seviyesindeydi. Bugün %18 artışla 3,36 düzeyinde. Enflasyon %7.28 artarken dolar kuru iki katın üzerinde artıyorsa, bunun faiz ve fiyatlar genel düzeyine yansıması kaçınılmazdır. Petrol fiyatlarındaki düşüş sayesinde enerji maliyetlerimiz dolardaki artış kadar artmasa da bunun sağladığı imkân sınırsız değildir. Nitekim petrol fiyatları da artma eğilimine girmektedir. Elimizde döviz girişini sağlayacak iki önemli araçtan birini kaybettik. Turizm gelirlerimiz Rusya krizi ve terör mücadelesi nedeniyle düştü. 25 Milyar Dolar’dan 12 Milyar Dolar’a geriledi. İhracatımız azalsa da ithalat daha çok azaldığı için dış ticaret dengemiz kısmen korunuyor. Ama ithalatın azalması aynı zamanda vergi gelirlerinin azalması anlamına geliyor. Sonuç olarak, dünyada parasal genişleme durdu ve para darlığı başladı. Büyüme oranları düşüyor. Ortadoğu’da savaş ve mali kriz derinleşiyor. Zengin körfez ülkeleri borçlanır hale geldi. Belirsizlikler arttıkça yatırım ve tüketim harcamaları kısılıyor. Üretimdeki daralmanın etkileri işsizlik oranlarında görülmeye başlandı. Büyüme düşerken bütçe disiplinini korumak zorlaşıyor. Bu karamsar tablodan çıkmak için dünyadaki toparlanmayı beklemek zorunda değiliz. Bilakis dünyadaki etkileri lehimize çevirmek mümkün. Bunun için öncelikle ekonomiye daha fazla zaman ayırmalıyız. Dövizdeki dalgalanmaları dövize müdahale ederek durduramayız. Spekülasyon döviz üzerinde yapılıyorsa alternatiflerini güçlendirmeliyiz. Örneğin dövize yatırım yapanlar kısa vadede karlı çıkacaklarını düşünerek ya da döviz borçları yüzünden döviz satın almaktadır. Oysa likit yatırım alanlar dövizle sınırlı değildir. Altın ve hisse senedi piyasası da kur riskinden korunma yolu olarak görülebilir. Böylece dikkatleri dış varlık olan dövizden iç varlık olan hisse senedine çekebiliriz. Bunun için faiz oranlarıyla oynamamız da gerekmiyor. Bilakis faizlerin düşmesi Borsa yatırımcısını koruyacaktır. Paniğe gerek yok. Fiyat istikrarı ve finansal istikrar uzun vadede kurları dizginleyecektir. Bunun için Maliye ve Para politikalarının uyumu kadar siyasi otoritenin söylemleri de büyük önem taşıyor.

Trump, Trump konuştu seçimi aldı…

ABD Başkanlık yarışında Trump hakkında öylesine olumsuz haberler yapıldı ki, onun dünyaya çarpacak bir meteor olduğunu düşündük. Aslında aynen göktaşı gibi geldi. Göstere göstere geldi ve kimse bir şey yapamadı. Kendi ülkesindeki medya organlarının bile yüzde 99’unun karşı çıktığı Trump’a, taciz ettiği tüm çevrelerden oy yağdı.
Trump’ın seçilme olasılığını düşük gösterenler, bugünlerde “ABD seçmeninin beklentilerini anlayamamışız “şeklinde özeleştiri yapıyor. Aslında herkes yol yakınken Trump’ın seçim kampanyası boyunca tepki aldığı söylemlerden vazgeçmesini bekliyor. Ne var ki, tepki topladığı seçim vaatlerini internet sitesinden teker teker silse de kendisini eleştiren çevreleri devletten tasfiye edeceği kesin.
Trump’ın seçilmesiyle “taç giyen baş akıllanır” atasözü yerini bulur mu, bilmiyoruz. Ancak, hayatı boyunca risk yönetmiş bir iş adamının ABD’yi de karşılaştığı risklerden koruması, bu uğurda radikal tedbirlere başvurması sürpriz olmayacaktır. Bunun sonucunda; ekonomik sarsıntıların şiddeti artabilir. Gümrük vergileriyle Çin’i ABD pazarından uzak tutması durumunda, dünyadaki büyüme oranları düşmeye devam edecektir. Vergi oranlarını düşürürken, kamu harcamalarını artırmak muhtemelen ABD bütçe açıklarını büyütecektir.
Dış Politika’ da radikal değişikliklere gidip gitmeyeceği henüz netlik kazanmadı ama söylemlerinde büyük çelişkiler olduğu görülüyor. Örneğin, Rusya’yla Ortadoğu’da daha fazla iş birliğine giderken Ukrayna’ya silah yardımını nasıl yapacağını bilmiyoruz.
Türkiye öncelikle iki konuda iş birliği yapmak istiyor. Birincisi, ABD’nin Irak ve Suriye’deki bölücü terör örgütlerine yardımı kesmesi, bu konuda müttefiki Türkiye’yle birlikte hareket etmesi. İkincisi, FETÖ elebaşının Türkiye’ye iade edilmesi. Kısa vadeli beklentilerimiz bunlar. Sanırım bu konuda Obama yönetiminin aksine Türkiye’yle daha yakın iş birliği içinde olmayı tercih edecektir. Fethullah Gülen’in iade ederek ilk adımı bu yönde atabilir. Türkiye’nin güvenini kazanması için bu şarttır.

Bankalar faiz oranlarını neden düşüremiyor?
AK Parti, üretici ve tüketicinin aynı gemide olduğunu gözeterek hareket etmiştir. Hükümet, üretici örgütleri kadar tüketici tepkilerine kulak verdiği için piyasa üzerinde gözetim ve denetim işlevlerini başarıyla yürütebilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere Sayın Başbakanımızın tüketici aleyhine oluşan faiz oranları hakkında ortaya koydukları tepkilere bu çerçevede bakmak gerekir.
Bugüne kadar bankacılık sektöründe büyük reformlar yapıldı. Bu sayede küresel finans krizi gibi büyük şoklar atlatılabildi. IMF’ye minnet etmeden kendi gücümüzle ayakta durmayı başardıysak, bunu AK Parti’nin ekonomi yönetimine borçluyuz.
Ancak, bankaların dört yapısal sorunu çözülmeden faiz oranlarını istenilen ölçüde düşürmemiz mümkün değil. Birincisi, yurtiçi tasarruflarımız düşük. Tasarrufların düşük olduğu bir piyasada faiz oranları düşmez. Eğer üstüne üstlük Türkiye’nin risk primi artıyorsa, dışarıdan ucuz kaynak bulma şansı da kalmaz.
İkincisi, yatırım bankacılığını geliştirmeden sanayicinin ihtiyacı olan kredi koşullarını sağlayamayız. Türkiye’de yatırım bankalarının sektördeki ağırlığı yüzde 12 seviyesinde. İhracat kredileri, Eximbank’ın oldukça sınırlı kaynaklarıyla desteklenebiliyor. Hal böyle olunca sanayici yatırım yapmakta zorlanıyor, ihracatçı yüksek faizle borçlanıyor.
Üçüncüsü, Bankalar reel sektörü tanımakta zorluk yaşıyor. Maalesef reel sektör kayıt dışı çalıştığı için gerçek durum mali tablolara yansımıyor. Bu durumda teminat dışında bir seçenek kalmıyor. Teminat aldığınız fabrika binası, ha deyince satılamadığı veya satılsa bile kelepir fiyattan alıcı bulabildiği için, gerçek değerleri ile kredi değeri arasındaki marj açılıyor. Yani 5 milyon TL değerindeki fabrika binası 2,5 Milyon TL krediye karşılık buluyor.
Dördüncüsü, yatırılan mevduatın vadesiyle, kullanılan kredinin vadesi arasında ciddi uyumsuzluk var. Üç aylık mevduat toplayıp, beş-on yıllık kredi açamazsınız. Ama Türkiye’deki Bankalar bunu yapmak zorunda. Ayrıca, Munzam karşılık oranlarınızın yüksek olması kaynak kullandırmanızı sınırlıyor.
Bu durumda Hükümetle bankaları ortak bir dilde buluşturmak için ne yapmalı?
Öncelikle Merkez Bankası ve BDDK para politikası araçlarının bankalara maliyetini gözden geçirmeli. Ayrıca, Hükümetin, sektörün uluslararası piyasalardan uzun vadeli ve düşük faizli borçlanması için çaba göstermesi gerekiyor. Bu sektördeki oyuncuların arkasında devletin olduğu hissettirilirse daha uygun koşullarda tahvil ihraç edilebilir. Bunun için illa Hazine garantisi gerekmez. Hazine dış finans çevrelerinde Bankaların yanında yer alsın yeter.
Bankaların da Hükümet ve iş dünyasından gelen eleştirilere kulak vermesi gerekiyor. Daha fazla finansal çeşitlilik ve menkul kıymetleştirmeye ihtiyaç var.
Son olarak tüketicilerin davranışlarıyla ilgili durum değerlendirmesi yapmamız gerekiyor. İhtiyaçlarımızla, ihtiraslarımızı birbirine karıştırıyoruz. Ne yazık ki, bizi yüksek faizle borçlanıp ödeme güçlüğüne götüren etkenler ihtiyaçlarımızdan değil, ihtiraslarımızdan kaynaklanıyor. Özetle, işimiz zor değil. Yeter ki sorunlarımızın çözümü için ortak dil geliştirmeye çalışalım.

Türkiye’de büyümeyi faiz frenliyor.

Büyüme oranımız Avrupa’daki birçok ülkenin üzerinde olduğu için tartışmayı bu tür mukayeselerle geçiştiriyoruz. Oysa genç Türkiye’nin büyüme oranlarının en az % 7 olması gerekiyor. Bu bakımdan yaşlı Avrupa ile kendimizi mukayese etmeyelim. Türkiye’yi büyütecek ekonomik modelleri tartışalım.
Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan faiz konusuna ne zaman girse, faizlerin talimatla inmeyeceğini söylüyorlar. İyi de faiz konusunda ne biliyoruz ki? Türkiye’nin risk priminin kimler tarafından artırılıp indirildiğini araştıran var mı? Neden derecelendirme kuruluşlarının yatırım yapılabilir seviyede gördükleri bir ülkede yıllık yüzde 20 faiz alınır? Ya da tersten soracak olursak, yıllık faizlerin yüzde 20 olduğu bir ülkede kim ne diye yatırım yapsın? Bu kredi ile yatırım yapanlar için geçerli olduğu kadar, parası olup da yatırım yapanlar için de geçerli bir sorudur…
Bankacılık sektörü ne yapsın?
Kaynak bulmada zorlanan bankacılık sektörü, mecburen faizleri yükselterek fon akışını dengelemeye çalışıyor. Doğrusu yaptığımız araştırmalarda Bankacılık sektörünün faizlerin yüksek olduğu zamanlarda değil, düşük olduğu zamanlarda kazançlı çıktığını tespit ettik. Son 14 yıldır Bankaların batmamasını faizlerdeki düşüşe bağlayabiliriz. Bankalar faizler düştüğü için hem alacaklarını rahat tahsil ettiler, hem de faiz marjını artırdılar.Yani kredi ile mevduat faizi oranlarındaki farktan yararlandılar. Ne var ki, Gezi olaylarının patlak verdiği 2013 yılından bu yana faiz oranları yükseldi. Birçok firma kredilerini ödeyemez duruma geldi. Bunun tek nedeni faizlerin yükselmesi değil elbette. İçeride Paralel yapı entrikaları, terör olayları, dışarıda Suriye krizi ve kurların yükselerek borçlanma maliyetlerinin neredeyse iki katına çıkması gibi etkenler, firmalarımızı zora soktu. Kimi iflas erteleme yoluna gidiyor, kimi iflas edip gidiyor.
Gelinen bu aşamada Ekonomi yönetimine üç önemli tavsiyede bulunmak isterim. İlk olarak, Bütçe dengesi bu kadar makul seviyelere inmiş bir ülkede Hazinenin borçlanma faiz oranlarını düşürmesi gerekir. Hazine, finans piyasaları için en muteber ve en büyük müşteri konumundadır, eli güçlüdür. Kriz tellallarına kulak asmamalıdır. İkinci olarak, Bütçe kalitesinin artırılması için büyüme şarttır. Büyüme olmazsa vergi gelirleri de artmaz. Büyümeyle vergi gelirleri arasında mutlak bir korelasyon vardır. Büyüme oranı düştüğüne göre vergi gelirlerindeki artış da azalacaktır. Bir süredir bunun sinyalleri alınmaktadır. O halde Maliye politikasının büyümeyi tetiklemesi gerekiyor.
Yaptığımız ekonometri analizlerde; ihracatın istihdamla, ithalatın büyümeyle doğrusal ilişki içerisinde olduğunu tespit etmiştik. Buradan yola çıkarak, hem ithalatı, hem de ihracatı canlandıracak sektörlerin üzerine gitmemiz gerekiyor. Otomobil, Ağır Makine Sanayi, Turizm ve en önemlisi İnşaat sektörünün üzerinde durmalıyız. Konut ve ticari yapıların hem döviz kazandırması, hem de büyümeyi tetiklemesi mümkündür. Türkiye inşaat sektöründe son 5 yılda geliştirdiği projelerle yabancılara çok ciddi oranda proje satmayı başarmış bir ülkedir. Müteahhitlerimiz yurt dışında iş almasa bile Türkiye’de geliştirdikleri projelere dışarıdan müşteri bulabiliyor. Diyelim ki, yabancıya satılan konut ya da ticari projelerde vergisel teşvik uygulasak ne kaybederiz? İhtiyacımız olan dövizi temin ettiğimiz gibi, büyümeyi de tetikleyebiliriz. “Yabancı vergisel teşvikle ucuza aldığı binayı satıp haksız kazanç temin eder”, diye düşünebilirsiniz. Bunu önlemenin on tane yolu var.Örneğin yabancı 5 yıl içinde konutu sattığı takdirde vergisel teşviklerden yararlanamaz diyebilirsiniz. Ya da, “5 yıl içinde ancak yabancıdan yabancıya satış yapılabilir” diyebilirsiniz. Unutmayın, Amerika, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde gayrimenkul piyasalarının en önemli müşterileri yabancılardır. Üçüncü olarak, faizsiz bankacılık konusunda önemli hamleler yapılıyor. Ama faizsiz finans sisteminin payı yüzde 15 gibi çok düşük oranda. Bu alana da önemli teşvikler vermeliyiz. Türkiye gibi faiz oranlarının bastırılması için Cumhurbaşkanının devreye girdiği bir ülkede faizsiz bankacılığın teşvik edilmesi çok önemli.
Bu önerilerimin yenilerini önümüzdeki haftalarda dile getirmeye çalışacağım. Bereketli ve sağlıklı bir hafta geçirmeniz dileğiyle esen kalın…

Hasan Fehmi Kinay

Türkiye’nin Ortadoğu’da alması gereken riskler?

Türkiye, yarım asırdır Avrupa Birliği’ne üyelik hayali kuruyor. Dış ve iç politikamızı tamamen bu hayalle şekillendirdik. AB üyeliği için ne gerekiyorsa yaptık. Bizim onlardan beklediğimiz, onların bizden beklediğinden daha azdı. Anayasa başta olmak üzere tüm mevzuatımızı AB normlarına uygun hale getirdik. Ama olmadı…
İran ise, Ortadoğu’ya yöneldi. Mezhepsel bağlarını kullanarak nüfuzunu genişletti. Irak, Suriye ve Lübnan’ın dış politikasını belirleyebilecek güce erişti. Kendi askerlerini bölgeye sevk etti. Hizbullah üzerinden örtülü biçimde İsrail’le savaştı. Kısacası her türlü riske girerek Ortadoğu’ya yön vermeye çalıştı ve çalışıyor. Yemen’den S. Arabistan’a kadar tüm bölgede varlığını gösteriyor. Batılılar dışladıkça Rusya ve Çin’le öylesine sıkı ilişkiler geliştirdi ki, tüm ambargolara rağmen ayakta kalmayı başardı.
İran, Rusya ve Çin’le kurduğu ilişkileri Ortadoğu denkleminde kullanarak hızla güven oluşturuyor. Girdiği ittifaklarla Ortadoğu için savaşmaya hazır olduğunu hissettiriyor. Ama aynı Ortadoğu, bize bu güveni duymadı, duyamadı. Çünkü onlar için risk alabileceğimizi düşünmüyorlardı. İnsanlar gerektiğinde birbirlerine canlarını mallarını emanet ederler. Toplumlar da bireyler gibi birbirlerine destek olmak için savaşı göze alabilirler. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda, Asyalı, Ortadoğulu, Kuzey Afrikalı Müslümanların Çanakkale’de bizim için ölümü göze aldıkları gibi.
Ortadoğu için yaklaşık bir asırdır kılımızı kıpırdatmadığımız ortada. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışı ve ardından İHH’nın Mavi Marmara’yla Gazze için ölümü göze almasına kadar bu böyle devam etti. Mavi Marmara olayı Türkiye’nin Ortadoğu için bazı riskleri göze alabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Böylece Ortadoğu’da bir asır boyunca kaybettiğimiz güveni yeniden kazanmaya başladık.
O günleri hatırlayalım… Tayyip Erdoğan’ın bu ezber bozan hareketi bizim eski diplomatları endişelendirmişti. “Eyvah” dediler, artık başımıza bela yağacak. Haklıydılar. O gün bu gündür her türlü entrikayla karşı karşıyayız. Demek ki, işin sırrı Ortadoğu’da gizliymiş. Değişen tek şey Türkiye’nin Ortadoğu politikasıydı. Batılıların karmaşık Ortadoğu hesaplarında Türkiye’nin rolü “sıfır sorun” çıkarmasıydı. Oysa henüz Amerika kıtası keşfedilmemişken Osmanlı Devleti Ortadoğu’yu yönetiyordu. Ne hazindir ki, batılıların istediği gibi davrandık. Batı hayranlığıyla yetişen nesiller için Ortadoğu bataklıktı. Kimse “madem Ortadoğu bataklık, burada ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın ne işi var?” diye sormadı. Biz gönüllü biçimde kendimizi Ortadoğu’dan tecrit ederken, onlar büsbütün Ortadoğu’yu ele geçirdiler. Onların istediği davranmamıza rağmen üzerimize oynadıkları oyundan kurtulamadık. Teröristlerle iş birliğinden kaçınmadıkları gibi, Türklerin, Arapların, Perslerin devletlerine de saldırmaktan çekinmediler.
Bizi gaflet uykusundan uyandıran Recep Tayyip Erdoğan’a “bizi niye uyandırdın!” diye kızanlar, “Suriyeli 3 Milyon korunmaya muhtaç insanı niye ülkemize soktun?” diye soranlar olabilir. “Şimdi DEAŞ’la, PYD’yle savaşmanın gereği var mıydı?” diyenler bile olabilir. Bu arkadaşlara bizim de bir sözümüz olacak: “Bu aymazlığınıza rağmen bu ülkede yaşadığınız için çok şanslısınız, ama biz sizin yerinize de bedel ödediğimiz için aynı şansı paylaşmıyoruz…”
Bu gaflet uykusundan uyanmanın bedelini FETÖ-PKK ve diğer terör örgütleriyle ödetmeye çalışan batıya da şöyle sesleniyoruz; “artık uykularınızı kaçıracak kadar uyanığız…”

Türkiye’nin pırıltısı

Dertli coğrafyamızın içinde öyle fırsatlar öyle zenginlikler var ki, koşulları lehimize çeviriyor. Yaşlı dünyanın genç ülkesi olmak bize eşsiz zenginlik sunuyor. Yerel değerlerimize yönelmek, kültürel derinliğimizi kavramak, mücadele azmimizi güçlendiriyor. İnanç coğrafyamızla gönül ilişkileri kurmak, bağlarımızı güçlendirmek, etki alanımızı genişletiyor.
Türkiye’nin pırıltısı Kızılay’la mültecilere kucak açarken, Filistin’de, Somali’de parlıyor. Sanırım artık yeni bir dünyanın kuruluşuna tanık oluyoruz. Önümüze bahar tazeliğinde aydınlık bir gelecek uzanıyor.
Türkiye ev sahipliğinde çok sayıda uluslararası kongreler yapılıyor. İstanbul, Kongre turizminin merkezi konumuna ulaştı. Bakın en son Dünya Enerji Kongresi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın himayelerinde İstanbul’da gerçekleşiyor. Türkiye kongre turizminde son on yılda büyük bir sıçrama yaparak Dünya sıralamasında 28. Sıradan 18. Sıraya yükseldi. İstanbul ise son on yılda 15. Sıradan 7. Sıraya yükselmiş durumda. İstanbul’a yapılan üçüncü havaalanı, üçüncü köprü gibi altyapı yatırımları sayesinde on yıl içinde Dünya’nın ilk üç ülkesi arasına girmemiz mümkün.
İstanbul ‘un finans merkezi olması için yeni düzenlemeler yolda. Sermaye piyasalarında çeşitliliğin artırması ve vergisel teşviklerin yürürlüğe girmesiyle paranın nabzı İstanbul’da atacak.
Savunma sanayi son dönemde yıldızı parlayan sektörlerin başında geliyor. AK Parti öncesi Savunma ihaleleri ofset anlaşmaları yapılmadan doğrudan yurtdışına verilirken, şimdi yurtiçi alım şartlarına bağlı olarak yani ofset anlaşmalarıyla milli savunma sanayimizi geliştiriyoruz. Böylece Aselsan başta olmak üzere birçok firma hızla savunma sanayi alanındaki projelere imza atıyor. Yakın zamanda güvenlik teknolojisinin Ortadoğu pazarına Türkiye üzerinden girebileceğini düşünmek hayal olmayacak.
Sağlık sektörü Türkiye pırıltısının başlıca kaynaklarından biri oldu. Sağlık turizmi gelecekte en az turizm gelirleri kadar gelir getirecek ihraç kalemlerinden biri olabilir. Türkiye’de sağlık finansmanı konusunda yapılan iyileştirmeler orta ve uzun vadede dünya çapında üne kavuşmamıza neden oldu.
Teknoloji merkezleri ve yenilikçilik alanında henüz sıçrama yapılmasa da son on yıldır AR-GE harcamalarının Milli Gelirdeki payının artması sayesinde buluş piyasasının da ivmelendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Orta Vadeli Program’ın temelleri işte bu Türkiye pırıltısından yararlanarak oluşturulmuş. İyimser varsayımlara dayandırılmasının nedeni hem bölgede hem de Türkiye’de normalleşme sürecine girileceği inancı. Bunun ilk belirtilerini terör örgütlerinin çözülmesiyle görmeye başlayacağız. Sanırım 2017 yılı terör örgütlerinin çökertildiği bir yıl olacak. Suriye krizinin dünya gündeminde daha fazla kalmasına tahammül edileceğini sanmıyorum.
İslam toplumu kendi içine yerleştirilen virüslerle savaşmayı öğreniyor. Dünya ekseni hızla doğuya kayıyor. İhtimaldir ki, önümüzdeki on yıl içinde dünyanın siyasi, ekonomik ve askeri ağırlığı doğuya kaymaya başlayacak. Pekin, Moskova, İstanbul, Delhi, Tahran en az New York, Londra, Paris, Berlin kadar önemli olacak.

Teşekkürler Moody’s

Teşekkürler Moody’s
Bizi bir dertten kurtardın. Not artırdığın günden beri Hasan Cemal gibileri ha bugün ha yarın notumuzu düşürmeni bekliyordu. Nihayet kararını verdin.
Ancak…
Not artırdığında asgari ücret 800 TL’ydi, notumuz düştüğünde 1300 TL…
Not artırdığında cari açık yüzde 10’lara çıkmıştı, not düşürdüğünüzde yüzde 4,5’lara indi…
Not artırdığında faizler yüzde 5’lerden yüzde 12’lere tırmanmıştı, not düşürdüğünde 12’lerden 7’lere düştü…
Not artırdığında emekli maaşlarına zam yapamamıştık, not düşürdüğünde emekli maaşları hayli arttı.
Not artırdığında gezi eylemleri başlamış, köprü baraj yapılması engellenmek istenmişti, not düşürdüğünde Yavuz Sultan Selim, Osman Gazi Köprüleri hizmete açıldı…
Not artırdığında FETÖ’ cüler at koşturuyordu, not düşürdüğünüzde temizleniyor…
Notumuzu artırdığında kredi kartı taksit sayısı 9’a düşmüştü, şimdi taksit sayısı artıyor…
Hükümet bütçe fazlası veriyor, Moody’s not indiriyor,
Hükümet otomatik bireysel emeklilik fonu kurarak tasarrufları artırıyor, Moody’s not indiriyor,
Stratejik altyapı yatırımlarını, sermaye piyasalarını ve dış yatırımları desteklemek için Varlık Fonu kuruluyor, Moody’s not indiriyor.
Türkiye 27 çeyrekte kesintisiz büyüyor, Moody’s not indiriyor.
Başbakan Binali Yıldırım teşvik paketi açıklıyor, Moody’s not indiriyor.
Türkiye kenetleniyor FETÖ darbe girişimini engelliyor, Moody’s not indiriyor.
Türkiye DAEŞ mevzilerini vuruyor, Suriye sınırından terör örgütlerini söküyor, Moody’s not indiriyor.
Binali Yıldırım, düşmanlarımızı azaltacağız, dostlarımızın sayısını artıracağız diyor, Moody’s not indiriyor.
Rusya’yla ilişkilerimiz normalleşiyor, Moody’s not indiriyor.
Bu nasıl not ki, Türkiye safralarından kurtuldukça notu düşüyor?
Notumuzu yatırım yapılabilir düzeye çıkardığın 2013 yılından bu yana başımıza gelmeyen kalmadı. Sen notumuzu yükselttin, Gezi olaylarıyla Türkiye’yi karıştırdılar. Notumuzu yatırım yapılabilir seviyede tuttun, FETÖ ‘nün 17/25 Aralık Hükümeti devirme planı devreye sokuldu. Sen hala Türkiye’yi yatırım yapılabilir seviyede görüyordun, bu kez 15 Temmuz darbe girişimiyle karşılaştık.
Sen yatırım yapılabilir gördüğün için Türkiye’ye yatırım falan yapılmıyor. Bilakis elimizdekileri de alıp götürüyorlar.
Bizim iktisatçılar da telaşa kapılıp kendilerini fazla üzmesinler. Zira Moody’s sıcak parayı nereye götüreceğini kendi de bilmiyor. Notu A olan ülkeler parayı negatif faizle kullanıyor. Notu B olan ülkeler içinde Türkiye’ye değil de Uganda’ya mı yatırım yapacaklar, yoksa Yunanistan’a mı? Guatemala ya da Angola’ya mı? Belki Papua Yeni Gine’ ye, olmadı Kenya’ya?Türkiye’den daha iyi seçenekleri yok denecek kadar az. Bu faizleri veren ülke zaten yok? Olsa Moody’s dur dese durmazlar…
Dünya’ya not yağıyor da Türkiye mi eksik kaldı? Hangi ülkenin notu artmış, merak ediyorum?
Oyuna gelmeyelim…
Kış dönemleri ekonomideki üretkenliğin mevsimsel etkilerle azaldığı, gıda fiyatlarının arttığı, enerji faturalarının kabardığı bir dönemdir. Bu yüzden enflasyon, döviz kurları ve faiz oranlarında nispi artışlar olabilir. Bu yüzden panik yapıp faiz lobisinin oyununa gelmeyelim.
Şimdi kredi derecelendirme kuruluşlarını IMF gibi ters köşe yapmamız mümkün. Nasıl 2008’de IMF olmadan küresel finans krizini atlattıysak, aynı şekilde derecelendirme kuruluşlarının not kırdığı dönemi de başarıyla atlatacağız. Dünyanın sonu gelmediğini hep birlikte yaşayıp göreceğiz.
Önemli olan bizim yatırımcılarımızın ülkemize karşı inancını koruması ve sorumluluğunu yerine getirmesi. Hep birlikte yarından itibaren oluşturulmak istenen havayı dağıtabiliriz. Bunun için ne yapmalıyız? Bunu da Maliye Bakan Yardımcımız Sayın Dr. Cengiz Yavilioğlu gayet iyi açıklamış:
“Darbe girişiminin finansal ve reel sektör üzerinde doğurabileceği olumsuz etkileri ortadan kaldırmak ve kredi derecelendirme kuruluşlarının doğurduğu olumsuz algıları yönetebilmek için her şeyden önce…
Demokratik kazanımların korunması mücadelesinin bir benzerinin ekonomik alanda da verilmesi elzemdir. Bu bağlamda öncelikle kamuoyunun bu konuda sürekli aydınlatılması, kırılganlıkların sürekli takip edilip, sorun yaşandığında müdahale edilmesi ve yapısal reformların ilerletilmesi gerekmektedir.
Hükümet; reel sektörü destekleyen kanun tasarı ve tekliflerini Meclis’e göndererek, teşvik ve destekleri artırarak, kamuya ait yatırımları hızlandırarak durumu iyi yönetmekte, olumlu piyasa beklentilerini güçlendirmektedir.
En önemli risk unsuru döviz kurları olarak görünmektedir. Eğer yerleşikler TL’de kalırlarsa bu risk önemli ölçüde azalacaktır. Bu anlamda TL’de kalma konusu yerli ve milli bir duruş sergileme anlamına gelmekte ve Türk toplumu bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yapmaktadır.
Sürecin uluslararası ayağının çok iyi takip edilmesi, kriz sırasında ve sonrasında yapıldığı gibi, yabancı yatırımcıların doğru bir şekilde bilgilendirilmeye devam edilip, özellikle doğrudan yatırımcıların ülkeye getirilmesinde gerekli mekanizmaların daha hızlı bir şekilde etkinleştirilmesi yararlı olacaktır.
Dış talepte beklenen canlanmanın yaşanmadığı, turizm gelirlerinin önemli ölçüde gerilediği bir ortamda iç talebi genişletecek politikaların çeşitlendirilerek geliştirilmesinin olumlu sonuçları olacaktır.
S&P’un not indirimi yapmasından önceki Türkiye kredi notu da yatırım yapılabilir seviyenin altında olduğu için piyasalar üzerinde sarsıcı etki doğurması beklenmemektedir. Ancak Moody’s ve Fitch’in de bu sürece dahil olarak Türkiye’nin kredi notunu düşürmeleri halinde hisse senedi, yerel tahvil ve eurotahvil piyasalarından çıkışlar olabilecektir. Bu bağlamda uluslararası derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerini daha objektif yapmaları konusunda onlarla işbirliği imkânları daha da artırılmalıdır.
Bütçe disiplininden taviz verilmediği, TCMB’nin piyasada likidite sıkışıklığı yaşanmasına kesinlikle izin vermediği görüldüğünde bu kuruluşların olumlu tavır takınması olasıdır. Ancak buna rağmen söz konusu kuruluşların art niyetli değerlendirmelerinin devam etmesi halinde başka derecelendirme kuruluşlarının da (örneğin Japon kredi derecelendirme kuruluşu olan JCR) bu süreçte etkin kılınması yararlı olacaktır. ”

Ulusalcıların derdi ne?

Ulusalcılar geçenlerde yazdığım “ Devlet aklı tamam da ille de siyasi akıl “ yazımı işlerine nasıl geldiyse öyle haberleştirdiler. Yazımda öne çıkarmak istediğim tema, devlet içinde yuvalanmış vesayet odaklarının birbirinin yerine geçme kavgasını, siyasi akılla engellenmek üzerineydi. Ne var ki Sözcü gazetesi asıl vermek istediğim bu mesajı çarpıtıp, yazımın birkaç paragrafını kendi algı yönetimine malzeme yapmayı ve şahsım üzerinden AK Parti’ye saldırmayı hedefledi.

Evet, FETÖ’yle mücadelede geçmişin muhasebesini yaparak geleceğe yön vermek en başta siyasilerin görevidir. İşte bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanımız samimi değerlendirmelerde bulunuyor. FETÖ’nün dini motifler arkasına gizlediği şeytanca emelleri açık yüreklilikle anlatıyor. Ancak anlattığı onca şey arasında “kandırıldık, hata yaptık” ifadesi sürekli ön plana çıkarılıyor.

Aslında “bu yapıyı kim kurdu, kim geliştirdi, kim kullanıyor?” diye tartışmamız gerekmiyor mu? Ama bu çevreler sonuçta bir ucu kendilerine dokunacağı için işi derinlemesine tartışmak istemiyor. Kendi çıkarlarına geldiği şekilde algı oluşturmayı tercih ediyorlar. Amaçları en başta Recep Tayyip Erdoğan’ı küçük düşürmek ve karalamak…

Peki, bu oluşturulmak istenen algıya karşı bizim bir cevabımız olmayacak mı? Gerçekten bu yapıyı kim kurdu? 1970’li yıllardan itibaren faaliyetlerini içine yerleştiği vesayet odaklarından ustaca gizleyen, yani takiye yaparak sinsice ilerleyen bu yapıyı kim kurdu? Amacı vesayetçileri tepeleyip, vesayet tahtına geçmek olan bu ihanet örgütünü kimler kullandı?

Dini imajına bakarak İslamcılar kurdu deniyorsa, bu yapı neden en eski İslami siyasal hareket olan RP’ne sürekli mesafeli durdu? Neden Bülent Ecevit’e şefaat edecek muhabbeti Erbakan hocaya göstermediler?

FETÖ elebaşının 28 Şubat post modern darbesini bahane ederek ABD’ye yerleştiğinde, geride bıraktığı imparatorluğa neden dokunulmadı?

Şu iddiayı ortaya atmak sanırım yanlış olmayacaktır; devletin içindeki paralel yapı henüz FETÖ’nün kontrolüne geçmemişken, bu örgütü pis işlerde kullanarak hem denediler hem de yetiştirdiler.

Danıştay saldırısı, Hrant Dink cinayeti gibi eylemlerin arkasından bu örgütün çıkması kuvvetle muhtemel. O halde tam da Cumhurbaşkanı seçimleri arifesinde gerçekleşen bu eylemlerin, AK Parti’yi köşeye sıkıştırmaktan başka ne hedefi olabilir? Maksat buysa, FETÖ kime daha yakın duruyor? AK Parti’ye mi, yoksa onu yıkmak isteyen üst akla mı?

Gerçekte kumpas AK Parti’ye kurulmuştur. Gelecekte mutlaka bununla ilgili çok sayıda bilgiye ulaşacağız. Ayrıca, “kandırıldık” dediğimiz için tek kandırılanın biz olduğunu mu düşünüyorsunuz? FETÖ ve diğer karanlık yapıları yönetenler sizi de kandırmış olamaz mı?

Özellikle, 367 garabetini ortaya atanlar, 27 Nisan Bildirisini hazırlayanlar, AK Parti’ye kurdukları kumpasın gerçekte FETÖ’ye yarayacağını hesap etmişler miydi?  CHP’yi kaset skandalıyla tuzaklayarak ele geçirmek isteyen bu yapı, MHP’nin kurmaylarına benzeri tuzaklar kurduğunda, FETÖ neden doğrudan suçlanmaktan kaçınıldı?

AK Parti iktidarını sandık dışında dize getirmeyi düşünen çevreler asıl kumpasın Ordu’ya değil AK Parti’ye kurulduğunu gayet iyi bilirler. Ama bunu söyleyecek ne yürekleri, ne de vicdanları var.  

Şüphesiz AK Parti’yi ayıran en önemli fark; vesayet odaklarına teslim olmak yerine onlarla mücadeleyi ilke edinmesidir. AK Parti kadroları başta olmak üzere bu ilke etrafında kenetlenen herkes, ülkemizi esenlik dolu yarınlara taşıyacaktır. Yenikapı ruhu budur…

Devlet aklı tamam da ille de siyasi akıl

Sayın Cumhurbaşkanımız Valileri kabulünde önemli mesajlar verdi. Bunlardan en önemlisi, FETÖ ile bağlantısı nedeniyle görevden uzaklaştırılan memurlar için Milletvekili ve Bakanların araya girmelerine ilişkin uyarısıydı. Aldığı bazı şikayetler üzerine bu uyarıyı yaptığı anlaşılıyor.

 

Ancak, ortada bir sorun var. Bir taraftan bu işin yarışa dönüştürülmemesi vurgusu yapılıyor, diğer taraftan suçsuzluğuna inanılan kişiler için araya girilmesi istenmiyor. Eğer at izi ile it izi birbirine karıştırılmışsa siyasi gözleme değer vermek yerinde olmaz mı? 

 

Bürokratlar Milletvekillerinin kendileri üzerinde baskı kurduğunu, yersiz ve yanlış taleplerle kendilerini bezdirdiğini fırsat buldukça büyük bir ustalıkla üst mercilere aktarır. AK Partili Milletvekilleri de Tayyip beyin ikazlarıyla hizaya gelir ve sonunda bürokrasi kendi bildiğini okur. 

 

Buna itirazım var…

Çünkü, 15 Temmuz gecesi ve sonrası meydanlara koşan bizlerdik. AK Parti teşkilatları olmasa o meydanları Valiler doldurabilir miydi? Milletvekilleri, Belediye Başkanları, İl Başkanları olmasa halka olup biteni kim anlatacaktı? Bence bu noktada AK Parti Teşkilatları, Belediye Başkanları, Milletvekilleri ve Bakanlarımızın siyasi aklı devreye sokulmalıdır.

 

Eğer AK Parti içinde FETÖ’cüleri korumaya çalışanlar olduğu şüphesi varsa o başka. Ancak ben, AK Parti içinde hala FETÖ’cü olduğunu sanmıyorum. 17/25 Aralık sonrası devlet içinde yuvalanmış FETÖ’cülerin olduğu kesin. Ama biz içimizdekileri bizzat Sayın Cumhurbaşkanımızın hassasiyetiyle temizledik. Bu yüzden bazılarının fırsattan istifade AK Parti’nin içini karıştırmalarına izin verilmemelidir. Bu yönde Genel Başkan Yardımcımız Hayati Yazıcı’nın beyanatı yerindedir. 

Eğer hala birileri varsa da bunun kolayca tasfiye edilmesi mümkündür. Bunun için OHAL yetkilerine gerek yoktur.Nitekim bazı ilçe yönetimlerinde değişimler oluyor. 

 

İki konuda uyarıda bulunmak zorundayım. Birincisi, Devlet içindeki paralelcilerin tasfiyesi bürokratlar kadar siyasilerin de sorunudur. Hatta siyasilerin daha büyük sorunudur. Devlet içinde devleti biz kurmadık. Ordu’ya değil AK Parti’ye kumpas kuruldu. Bir taraftan 27 Nisan bildirisiyle, 367garabetiyle, Parti kapatma davalarıyla sıkıştırdılar, diğer taraftan bunu yapanları tasfiye ederek paralel yapıyı kurdular. Sonra da MİT Müsteşarı, 17/25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz meşum darbe girişimiyle üzrerimize çullandılar. 

 

Şimdilerde geçmişin darbeci generalleri fırsatı ganimete çevirme derdindeler. Sivil vesayetten bahsetmeye başladılar. Şunu bilelim ki Ergenekon, Balyoz operasyonlarını biz yönetmedik. O zaman bazı arkadaşlarımız darbecilerin tasfiye edildiğini düşünüyor ve buna seviniyordu. Ama gerçekte bu operasyonların AK Parti’yle bir ilgisi yoktu. Birileri yapıyor, biz de işimize geldiği için sessizce izliyorduk. Sonuçta bu operasyonların arkasında paralel yapının olduğu ortaya çıktı.

 

İkincisi, aynı hataya yine düşebiliriz. Şimdi siyasi akıl yine dışlanıyor. Milletvekilleri, Bakanlar, Belediye Başkanları özenle bu sürecin dışında tutuluyor. Yine süreci başkaları yönetiyor ve sonrasında kimin yerine kimin geçeceğini bilmiyoruz. Ama sonuçlarına katlanan yine biz olacağız. 

 

Tartışmanın özüne dönecek olursak,önemli olan bu savaşı kazanmaktır. Devletimizi korumak, istiklalimizi ve istikbalimizi muhafaza etmek hepimizin görevidir. Vallahi bürokratlardan çok daha fazla bu işin peşindeyiz. Sahayı da iyi tanırız. Milletvekili arkadaşlarımız, Bakanlarımız, Belediye Başkanlarımız en az Valilerimiz kadar işin vahametinin farkında ve sahadaki olup biteni iyi biliyor.Öyleyse başarmak için Valiler de, Vekiller de birlikte çalışmak zorunda.

 

Bu terör örgütünün üç katmanı var. Bizzat Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle, altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet çetesi…

Mükemmel bir tanımlama…

 

Şimdi bakalım bu katmanlarda neler oluyor?

İhanetin beyin takımı, 17/25 Aralık sonrası firar etti. Dışarıda yeni bir hayat kurdular. Paraları, pulları var ve onları maşa olarak kullananların koruması altındalar. Eğer onları rahat bırakırsak yazıklar olsun bize…

Üst kesitte olup da yakalanan alçaklara en ağır cezayı vermemiz gerekiyor.

Ortadaki ticaret erbabına yönelik operasyonlar sürüyor. Ekonomik anlamda örgüte büyük darbe vuruldu. Belki FETÖ mücadelesinde en iyi yönetilen kısmı burası. Bu kararları verenlerin cesaret ve kararlılıklarını takdirle karşılıyorum. Ama bunların borçlu oldukları kesimlerin mağdur edilmemesi gerekir. Bir de alınan kararların etki analizleri yapılması yerinde olur.

İbadet tabanına gelince…

Bunların bir bölümü 17/25 Aralıktan sonra örgüte destek vermeye devam etti. Çünkü 17/25 Aralık operasyonlarını bizim gibi okuyamadılar.

Sırası gelmişken, eğer bir milat belirleyeceksek bu kesimden kesime değişmelidir.

Mesela;

– MİT Müsteşarına yapılan operasyon Hükümet için milat kabul edilmelidir.

– 17/25 Aralık AK Parti Teşkilatları için milat kabul edilebilir.

– 15 Temmuz 2016 Türkiye için milat olmalıdır.

 

17/ 25 Aralık toplumun birçok kesimi tarafından bilinmiyor. Gezi olaylarıyla karıştıranlar dahi var. 

17/ 25 Aralık sürecinin birçok insan için dönüş yapmaya etkisi olmadı. Yıllarca Allah rızası için malını mülkünü hibe edenler,bunların bir anda heba olduğunu görmek istemedi. 17/25 Aralık’tan sonra örgütten kopanların çoğu AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan aşığıydı. Diğerleri siyasete mesafeli veya farklı siyasi partilere mensuptu. 

Altta yer alan ve ibadet aşkıyla hareket edenlerin ayrışması kolay değil. Asya Bank’ta hesap açtırmış, Sendikalarına Derneklerine üye olmuş, Çocuklarını okullarına dershanelerine göndermiş…Diyebilirsiniz ki bunların ibadet aşkıyla ne ilgisi var? Haklı olabilirsiniz ama bu tezgâh, dini motiflerle ve çok iyi yetişmiş ajanlar tarafından şeytani bir ustalıkla gizlendi.

 

Okulların FETÖ kriteri olmaktan çıkarılması gerekir. Vatandaş Asya Bank’taki hesabını kapatır gibi okuldan ilişiğini kesememiş olabilir. “Viran olası şu hanede evladı ü iyal var…”diye boşuna dememişler. 

Bir de o okullarda okuyan çocuklar ne yapacaklar? “ Bu okula gönderdi diye babamı işten attılar, kim bilir bana neler yaparlar? “ demeyecekler mi? Siz olsanız böyle düşünmez misiniz?

İşte bunları devlet aklı düşünemeyebilir. Siyasi akla bu yüzden ihtiyaç var.  Önerimi tekrarlıyorum; bu FETÖ denen örgütle savaşmak için devlet aklıyla siyasi akıl birlikte çalışmalıdır.

 

Siyasi akla itibar etmezseniz ne olur anlatayım…

12 Eylül cuntası ülke genelinde anarşiyi önledi. Ne var ki anarşiyi önlemede kullanılan taktikler Güneydoğu’da PKK ‘nın hızla gelişmesine ve askere saldırmasına neden oldu. Oysa 12 Eylül öncesi örgütler birbirine saldırsa da askere, polise saldırmıyordu. Kenan Evren öylesine faşizan baskı kurdu ki, Kürtleri PKK’nın kucağına itti. PKK hedef büyütme fırsatını böylece yakalamış oldu. Kürtlerin de saygı duyduğu Peygamber ocağı o gün bu gündür terör örgütleri karşısında hedef durumuna geldi.

 

Devlet aklı ekonomide de yetersiz kalır. 12 Eylül döneminde ithalat yasaklanmış, Türkiye içine kapanarak Türk Parasını korumaya çalışmıştı. Özal imdada yetişmese devlet aklı Türkiye’yi çoktan batırmıştı.

Devlet aklı demokrasiyi de geliştirmez. Siyasi akıl olmasaydı bugün Mısır’dan farkımız kalmazdı. 

 

Sonuç olarak siyasilerin yaptığı müdahaleler FETÖ terör örgütüyle mücadelede elinizi zayıflatmıyor, bilakis güçlendiriyor. Devlet aklını gördük. 15 Temmuz’da siyasi akıl ve siyasi cesaret olmasaydı devlet yerle bir olacaktı. Güvenliğimizi emanet ettiğimiz devlet kendini korumaktan aciz duruma düştü de yine imdadına beğenmediğimiz siyasiler ve sıradan vatandaş yetişti. 

İşte bu yüzden ille de siyasi akıl diyorum…

Yeraltı Cemaatleri

Bu fotoğraf dar açıya sığmaz…

2011 yılında Arap Baharı Suriye’ye sıçradığında sıranın İran ve Türkiye’ye geleceği yönünde ciddi uyarılar yapılmıştı. Nitekim beş yıl içinde halk hareketleri, darbe girişimleri, terör olayları birbirini izledi. Çok şükür Türkiye’de sonuç alamadılar. Ama Libya, Irak, Mısır, Suriye gibi ülkelerde istedikleri çatışma ortamını sağladılar. Bu ülkelerin sınırları ve rejimleri tartışmalı hale geldi. Bunların dışında yine birçok ülkede siyasi ve ekonomik yönden kaygı verici gelişmeler yaşanıyor.

Batı’da ise İslam düşmanlığı DAEŞ saldırıları ve sığınmacı talepleriyle birlikte tırmanıyor. ABD, Fransa ve Hollanda da Müslümanların sınır dışı edileceği, Kur’an’ın yasaklanacağı seçim vaatlerine bağlanmış durumda.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde yaşanan iç savaş ve istikrarsızlıkların kaynağında daha çok ABD’nin etkisi olduğunu düşünürsek, gelinen noktada ABD düşmanlığının tırmanması şaşırtıcı olmasa gerek. İşte gariplikte tam burada başlıyor. ABD gibi dünyayla bütünleşmek isteyen bir ülkenin ortalığı karıştırıp tepki toplamasının sebebi nedir? Türkiye dâhil birçok müttefikini gözden çıkartmaya değer ne var?

ABD; ekonomik ve siyasi gücünü daha da artırmak amacıyla Rusya ile siyasi ve ekonomik ilişkisi olan ülkeleri kara listeye aldı. Irak, Suriye, Libya, İran, Kuzey Kore ve bu ülkelere komşu ülkeler üzerinde soğuk savaş taktikleri geliştirerek yönetimlerini değiştirmeyi denedi. Bunu da büyük ölçüde başardı.

ABD’de Rusya fobisi tüm canlılığıyla sürüyor. Buna bir de İslam fobisi eklendi.  Kendilerine doğrudan bir saldırı olmasa da dünya üzerindeki çıkarlarının tehdit altında olduğunu görüyorlar. Aslında dertleri sömürü düzenlerini yüzyıl daha yaşatabilmek…

ABD’nin kurduğu stratejiye İngiltere başta olmak üzere tüm “Batılılar” ortak. Coğrafi, ekonomik ve kültürel bağların Dünya savaşlarıyla kutuplaşmaya dönüşmesi “Batılları” Büyük Doğu hedeflerinde ortak paydada buluşturuyor.

Türkiye gibi ülkelerin ABD’yi tercih etmesinin en önemli nedeni; Birinci ve İkinci Dünya savaşında İngiltere ve ABD’ye yenilmek… Üzerimizde savaş sonrası yapılan anlaşmaların ağırlığı var. Anlaşmaların biri diğerini kovalamış.  Bu yüzden ikili anlaşma zemini Dış Politika ’da süregelen bir bağımlılığa dönüşmüş.

Batılılar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılmasını fırsat bilerek Varşova’ya Amerikan bayrağı diktiler. Dağılan Sovyetler Birliği’nden Amerikan dostu ülkeler çıktı. Kendi kıtasında çerçeveye alınmak istenen Rusya’nın, Kuzey Afrika ve Ortadoğu üzerindeki nüfuzu da sonlandırılmak üzere… Kaddafi, Esad, Saddam bu yüzden gitti gidiyor.

Doğrusu ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi tıkır tıkır işliyor… Proje’nin amacı Ortadoğu’ya; demokrasi, özgürlük, refah getirmek olmadığı için bunu söylüyorum. İç savaşların sona erdirilmesi için kılını kıpırdatmayan, yaşanan mülteci akınına seyirci kalan “Batılıların” tek derdi burada oluşan bataklıktan kendilerini korumaya çalışmalarıdır. Bununla birlikte doğurdukları terör örgütlerine İslam yaftası asıp kendi medeniyetlerine iman tazeletiyorlar. Adeta yaşanan dramı fırsata dönüştürme gayretindeler.     Amaçları bir taşla birkaç kuş vurmak. Ayrıca bu ülkelerin Rusya ile siyasi bağlarını tamamen sona erdirmek istiyorlar.

Şimdilik Türkiye üzerinde oynadıkları oyunu kazanamadılar. Ama kazanmak için yeni senaryoları yazdıklarından eminiz. Şu kadarı kesin ki, ABD MENA’da ( Middle East North Afrika- Ortadoğu Kuzey Afrika) kendisine rakip istemiyor. Ne Rusya, ne Türkiye, ne de İran… En başta söylediğimiz gibi “Batılılar” bir yüz yıl daha sömürü düzeninin devam etmesi için çabalıyor.  Biz ise yaradılışımızda verdiğimiz cevaba sadık kalmanın, kula kulluk etmemenin derdindeyiz. Kula kulluk yapmadığımız sürece bu çatışma devam edecek. Ancak üzülmeye gerek yok bu çatışmanın galibi Allah’tır… Yeter ki doğru yolda başımız dik ilerleyelim.

Cemaatler ve Örgütler…

FETÖ ile başlayan bir tartışma özellikle dindar kesimleri rahatsız ediyor. Cemaat veya tarikat olarak anılan dini gruplar kendilerinin de laik kesim tarafından hedef gösterildiğinden yakınıyor. Bu görüşü destekleyen başka dindar kişiler de var. Tüm cemaatlerin Fethullahçı Terör Örgütü gibi paralel devlet yapılanmasına dönüşebileceği endişesi giderek yaygınlaşıyor.

Gerçekte böyle bir risk her zaman olacaktır. Ama hiçbir örgütlü yapı yoktur ki imkân bulduğunda paralelleşmesin…  Sendikalar, Siyasi Partiler, Ulusal Dernek ve Vakıflar, Uluslararası Dernek ve Vakıflar pekala paralel devlet yapılanmasına alet olabilir. Burada yine Batılılara uzanmak zorundayız. Çünkü bu yapıları onlar paralelleştiriyor.

Mesele cemaat meselesi değil, yeraltı dünyası meselesi…

Batı’nın biri yeryüzünde diğeri yeraltında kurduğu iki dünya var. Yeryüzünde sundukları özgürlük ve refahı, ötekileştirdikleri milyarlarca insanın canları ve mallarını ganimet saymış yeraltı dünyasına borçlular. O yüzden silahtan, öldürmekten, sömürmekten vazgeçemiyorlar. Kendi çıkarlarını hukukun üstünde tutan bu anlayış, diğer toplumların üzerine yoksulluk, adaletsizlik ve ölüm yağdırıyor.

Çirkin işleri ve fenalığı kendine şiar edinmiş bir düzen, sadece kendi coğrafi alanında değil tüm dünyada hüküm sürüyor. Bizler yeryüzünde hukuk düzenine bağlı yaşarken, yeraltında ülke sınırı yok, vize yok, vatandaşlık yok, tabii ki hukuk da yok. Birbiriyle çok yakın ilişki içindeler. Karanlık dehlizlerde tüm yeraltı dünyası birbirine şebeke olarak bağlanıyor.

Yeraltında kuralı; terör örgütleri, mafya, gladyo, uyuşturucu ve kadın tacirleri, organ kaçakçıları, silah tacirleri, para sihirbazları koyuyor. Yeraltı dünyasıyla yeryüzündeki irtibatı ise; uluslararası örgütler, istihbarat teşkilatları, şirketler, vakıf ve dernekler kuruyor. Kimi zaman işveren, kimi zaman sendikacı veya siyasi ya da dini bir yapı üzerinden kurulan temaslar sayesinde yukarıya bilgi, kara para, ölüm yağıyor.

İnsanda melekleri kendine secde ettiren bir yaradılış var. Yeryüzündeki tüm güzellikler bu kutsal yaradılış için var edilmiş. Bu yaradılıştan uzaklaşanlar yeryüzünün insana sunduğu güzelliklerden ayrılmakla kalmıyor, kirli ve çirkin işlerini yapabilmek için yeraltına çekiliyor. Yeryüzü “yasal ve ahlaki” yaşam alanını temsil ediyor.  Yeraltında ise günahlarla, kötülüklerle, suçlarla dolu bir yaşam oluşuyor.

Yeraltı dünyasıyla yeryüzü arasındaki bu çatışma aslında insanın içinde var olan duygulardan besleniyor. Bireysel  zaaflar toplumu etkileyerek tümüyle insanlığı tehdit eder hale geliyor. İslam dini bireyin içine yönelirken onunla birlikte insanlığı da kurtarmanın gayretinde… Bu yüzden yeraltıyla işi olmuyor. Müslümanları Batılılardan ayıran en önemli çizgilerden biri de yeraltı dünyasıdır.

Biz Müslümanların yeraltı dünyası olamaz. FETÖ, PKK, PYD, DAEŞ gibi Batılı şer odaklarının himayesinde kurulmuş ihanet şebekelerinin yine karanlık ilişkiler ağıyla yeraltındaki üst akla bağlandıklarını biliyoruz. Hedefinde insanı yaşatmak olan İslam medeniyeti yasal ve ahlaki savaşır. Çünkü savaşmak için kirli nedenleri yoktur. Kendini saldırılardan korumanın dışında herhangi bir savaş nedeni yoktur.

Karanlık dehlizlerden gelen saldırılara hazır olmak için, yeryüzünde kurulan düzenin sağlam olması gerekir. Yeraltı dünyasını kuranların bize merhamet edeceğini beklemek gaflettir, aymazlıktır. Eğer, yeryüzünde birlikte yaşama ve geleceğe daha güzel bir dünya bırakmak istiyorsak yeraltı dünyasını yıkmak zorundayız,  İslami olan cemaat ve örgütleri değil…