FETÖ mü NATO mu?

Paralel yapının üçüncü darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı. MİT Müsteşarını tutuklama talebiyle başlayan, 17/25 Aralık’la devam eden ve 15 Temmuz’da askeri terör saldırısıyla zirveye ulaşan hain tertipler sonuç vermedi. Bir kâbustan daha uyandık. Ama artık yeter!
TBMM’nin savaş uçaklarıyla bombalanması, ABD’nin ikiz kulelerine yapılan saldırıdan daha önemlidir. Bu saldırıyı ölüme susamış canlı bombalar değil, Harp Akademisi’ni dereceyle bitirmiş pilotlar gerçekleştirdi. Bu ülkede askerlerin devlet binalarına saldırması ilk kez oluyor. O gece çatışmanın yaşandığı Genelkurmay önünde haşhaşilere çırak çıkartan teröristlerin acımasızlığına bizzat şahit oldum.
ABD, ikiz kulelere yapılan saldırının faillerini Afganistan’da, Irak’ta aradı ve bu ülkelere acımasızca saldırdı. İşgal etti. Milyonlarca insanın göç ve ölümüne neden olan bu saldırılardan geriye eli kanlı terör örgütleri kaldı. Şimdi de bunlarla boğuşuyoruz. Yani ikiz kule saldırıları sonucu ABD politikalarında öylesine dramatik değişiklikler oldu ki, bunun etkilerini hala yaşıyoruz.
Bana göre, 15 Temmuz darbe girişimi de ABD’nin Ortadoğu politikalarının sonucudur. Bizim ABD’ye askeri yaptırım gücümüz olmadığı için elimizi kolumuzu bağlayıp, başımıza yeni çorapların örülmesini beklememiz gerekmiyor. Hiç olmazsa FETÖ’ nün alçakça ve haince gerçekleştirdiği darbe girişimlerinin arkasındaki yapıyı ve amaçlarını deşifre etmeyi denemeliyiz. Bu en az tankların önüne yatmak kadar anlamlıdır. Ancak bunları tartışmak için Şehit Erol OLÇOK ve oğlu Abdullah Tayyip kadar cesur olmak gerekiyor.
Türkiye’de bundan önce yapılan ve başarıya ulaşan tüm askeri darbelerin ABD tarafından desteklendiği ya da planlandığı biliniyor. Nereden mi biliniyor? 1980’de 12 Eylül Cuntasına “Bunlar bizim çocuklar” diyen ABD Başkanı Carter bunu söylediği için biliyoruz. Eğer 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı benzeri demeçler Obama tarafından verilmeyecek miydi? Darbe gecesi ABD yönetiminin muğlak demeçleri bunun ipuçlarını vermiyor mu? ABD Başkan Yardımcısı Kerry ’nin darbeci subaylara yapılan davranışların Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışmalı hale getireceğini açıklaması, bir bakıma, bunlar bizim köpeklerimiz anlamına gelen bir sahiplenme değil midir?
ABD Türkiye’yi, NATO’dan çıkarmakla tehdit ettiğine göre biz de hazır konu ABD tarafından açılmışken bunu tartışmalıyız. Tuhaf olan, ABD’nin Türkiye’yi kaybetmeye hazır görünmesi. Kontrol etmediğim ülke benim değildir, demeye getiriyorlar. Buna karşılık bizler aman bizi gözden çıkarmayın dersek, tankların önüne yatan ruhu anlamamışız demektir.
ABD soğuk savaş yıllarında NATO’yu kurdu. NATO’ya, Rahmetli Menderes döneminde, 2. Dünya savaşının galipleri tarafında yer bulmak düşüncesiyle girdik. Burada tek İslam ülkesi olarak yer alan Türkiye, ABD ve NATO ülkeleri tarafından gereken ilgi ve saygıyı görmedi. Ordu’nun üst kademelerinde görev alan Generaller, NATO’nun güven duyduğu kişilerden seçildi. NATO’ya rağmen bir subayın Ordu komutasında önemli bir yere gelmesi mümkün değildir ya da çok istisnaidir. Gizli tutulması gereken bu ilişkilerin belgelendirilmesi elbette söz konusu olamaz.
Menderes ABD’nin kıskacına girdiğini fark ettiğinde Asya ve Ortadoğu ülkeleriyle ekonomik ve siyasi alanda işbirliği geliştirmeyi denedi. Rusya ile yakınlaşma ABD’yi tedirgin etti ve NATO üzerinden askeri darbe yapıldı.
1970’li yılların başında 6. Filo’ya Hayır! Diyen bir avuç gencin karşısında panikleyen ABD, bir muhtıra ile AP’ni iktidardan uzaklaştırıp, demokrasiye bir darbe daha vurdu. Türkiye’nin istikrarını bozan tüm askeri girişimlerin arkasında NATO vardır.
1974’te merhum Ecevit ve Erbakan Hükümetlerinin Kıbrıs Barış Harekatı düzenlemesiyle NATO’nun askeri kanadından çıktık. Yani Türkiye başına buyruk hareket etmiş ve ABD tarafından tekrar kontrol edileceği 1980 tarihine kadar NATO’dan uzaklaştırılmıştı. O dönemde ambargo da uyguladılar. Aradan 6 yıl geçtikten sonra NATO’ya girdik ve 12 Eylül 1980’de bir darbe daha oldu.
28 Şubat post modern darbesi yine NATO’ya yürekten bağlı askerler tarafından Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında değişikliğe gitme ihtimali üzerine gerçekleştirildi.
15 Temmuz bambaşka ve daha insafsız bir darbe girişimidir. Acımasız oluşu bu Milletin eşsiz cesareti karşısında bir işe yaramadı. YAŞ kararlarıyla tasfiye edileceğini düşünen üniformalı teröristlerin bu işe kalkışması bu elim travmayı açıklamaya yetmez. Bu darbe girişiminin arkasında, daha çok Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesi, Suriyelilere vatandaşlık verilmesi gibi NATO’nun isteği dışında bazı adımların atılıyor olması yer almaktadır. Suriye başta olmak üzere, Ortadoğu’da yeni bir süreç planlayan Türkiye’nin en başta Rusya ve İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi anlaşılan NATO troykasını endişelendirmeye yetmiş görünüyor.
Başarısızlığın sebepleri arasında yeterince öne çıkarılmayan çok önemli bir etken daha var.
Aslında 2011 Genel Seçimlerinde AK Parti listelerinde arzuladığı sayıya erişemeyen paralel yapı darbe girişimlerindeki hezimeti bu yüzden yaşadı. Yürütme ve yargı erklerinde yeterli güce erişmesine rağmen, yasama ayağını tamamlayamaması darbe girişimlerini başarısızlığı altında yatan en önemli etken.
Sanırım paralel yapı, siyasi iradenin yasama erkinden aldığı gücü yeterince ciddiye almadı. Geçmişte devlet yönetiminde en düşük profile sahip yasama erki, paralel yapıyı Parlamentonun gücünü kavramada yanıltmış olabilir.
Gerçekten de her yere sızmaya çalışan Fethullah Gülen, siyasi partilere mesafeli duruyordu. Ordu, Emniyet, Yargı yıllardır sabırla yuvalandığı yerler olurken, siyasi partilere sızmaması ilginçtir. Belki içinden çıktığı Risale-i Nur çevresinden uzaklaşmasına neden olacağını düşünmüş olabilir. Belki de çok karmaşık ve zahmetli bir iş olan Particilikle zaman kaybetmek yerine kısa yoldan bürokratik yapı içerisine sızmanın daha kolay ve sonuç odaklı olduğunu düşündüler. Ta ki, 2011 seçimlerine kadar bu tutumu devam etti.
2011 Genel Seçimlerinde AK Parti listelerine sızmak üzere yaklaşık 300’e yakın kişi başvuruda bulundu. Bunu FETO örgütlemişti. Hemen her ilden “tuzluk”ların yer aldığı bu girişimden istenen sonuç alınamadı. Tayyip Erdoğan, AK Parti’yi Fethullah Gülen’in bu önemli hamlesinden korumayı başarmıştı. Arkasından Zaman Gazetesi’nde muhtemelen Fethullah Gülen’in talimatı üzerine Hüseyin Gülerce “bundan sonra herkes kendi yoluna” şeklinde bir yazı kaleme aldı. Bugün Hüseyin Gülerce’ye saygı duyuyor ve demeçlerini ilgiyle izliyorum. Demek ki, yasama erki üzerine ciddi bir hamle yaparak, TBMM’de yeni bir grup oluşturacak ya da AK Parti’de kontrolü ele geçirecek büyük bir çaba sergilenmişti. Bu anlamda başta Sayın Cumhurbaşkanımız ve hiçbir AK Partili yetkili bir değerlendirme yapmadı. Ama bu o kadar önemliydi ki… Yapılan tüm darbe girişimlerinin sonuçsuz kalmasının sırrı AK Parti’nin Gülen tarafından ele geçirilmesinin önlenmesidir. Bu nedenle MHP’nin de Sayın Devlet Bahçeli liderliğinde bu alçak şebeke tarafından ele geçirilmesini önlemesi başlı başına bir kahramanlıktır. Tıpkı tankın önüne yatmak gibi bir şey…
Sayın Cumhurbaşkanımız, kendi iktidarı döneminde bu yapının devlet içine yıllardır sızmış olduğunu biliyor ancak demokratik sisteme yönelik herhangi bir tehdit oluşturduklarına inanmıyordu. Zira geçmişlerinde siyasi iradeye yönelik vukuatları yoktu.
Dıştan bakınca, yaşam tarzları muhafazakâr çizgide iyi yetişmiş bir kadro, eğitim gönüllüsü erdemli bir yapı vardı. Vakıf ve dernekler dışında, medya, eğitim, finans, sigortacılık, turizm gibi ticari alanlarda ciddi bir ekonomik yapı kurulmuştu. Ama bu yapı asıl gücünü yargı, emniyet ve asker üzerinde ördüğü illegal yapıdan alıyordu.
Nüvesi 70’li yıllardan itibaren atılan Paralel FETÖ yapılanmasının en çok AK Parti iktidarı döneminde güçlendiği doğrudur. Ancak Recep Tayyip Erdoğan, sahip olduğu tek gücü korumuş ve olası darbe girişimlerini engellemiştir. Eğer FETÖ’nün devlet içinde devlet kurması tartışılacaksa bunun miladı ANAP dönemine kadar uzanır. Hatta merhum Bülent Ecevit döneminde bile önemli ölçüde ilerledikleri bir gerçektir.
AK Parti, bu “münafık” yapıyla diğer Hükümetlerden farklı olarak Parti kapatma sürecinde daha etkili işbirliğine gitmek zorunda kaldı. AK Parti’yi Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 garabetiyle baş başa bırakan, yetmedi, Parti kapatma davasına muhatap edenlerin bu işbirliğini kınaması herhalde siyasi sinsilikten, şark kurnazlığından olsa gerektir.
“Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın…”
Mehmet Akif’in tüm dizileri hala canlılığını koruyor ve bize yol gösterici niteliğini sürdürüyorsa, Kurtuluş Savaşı bitmemiştir.
Biz Batı’nın dayatmaları yerine yeni bir medeniyet inşası için kolları sıvamalıyız. Bırakalım Batı’nın üzerimizde yaptığı sinsi hesaplar için kurduğu örgütlerle çalışmayı. Eğer Recep Tayyip Erdoğan gibi bir lider bu amaçla değerlendirilemezse bu fırsat kaçmış olur. Bunun için Sayın Cumhurbaşkanımızın tarihi tercihler yapması gerekiyor. Medeniyet perspektifi konusunda Batıyla çalışmaktan dolayı yarım asır süren uzun bir tatile girmiş akıllarımızın yeniden yorulması için start vermemiz gerekiyor.

Yabancı Sermaye’nin işçisine her gün 1 Mayıs…

İşçiler, emekçiler, 1 Mayıs İşçi Bayramınız kutlu olsun. Siz değer üreten ve her gün yeryüzüne bereket tohumları eken, alın teriyle kazanıp, onuruyla yaşayan güzel insanlarsınız.

Bugün her yıl olduğu gibi sermaye ve devlet düşmanlığının prim yaptığı bir gün. Ben de aykırı düşünceleri olan birisi olarak bugünü farklı değerlendirmek istedim. Öncelikle bu Bayram’da neden gerilim yaşanır bunu anlamaya çalışalım.

İşçi sınıfına sosyalizm refah getiremedi, çöktü ve yerini daha ılımlı sosyal adalet ve sosyal demokrasi gibi söylemlere bıraktı. Artık, işçileri çöken bir ideoloji uğruna ayaklandırmak mümkün değil. Ama etnik, mezhepsel ve siyasal kavramların keskinleştiği bölgemizde her fırsatı değerlendirmeye çalışan fitne odakları 1 Mayıs İşçi Bayramını da teröre kurban edebiliyor.

Üretimin bileşenleri temelde; sermaye ve emek olarak iki başlıkta toplanıyor. Sendikalar hak taleplerini işverenlerin kendilerine kolayca vermeyeceğini düşünüyor. Kesinlikle haklılar. İşverenler, işçilere verilen ücret ve sosyal hakların sürekli arttığından şikâyetçiler. Onlar da haklı. Hükümet, endüstriyel ilişkilerde arabuluculuk rolünün her geçen gün mali disiplini bozduğundan ve bunun sürdürülemeyeceğinden endişe duyuyor. Hükümet de haklı. İşte her kesim için gittikçe zorlaşan bir çalışma hayatı yapılanıyor. Taraflar, müzakere masalarında pazarlık marjlarının sonuna yaklaştıklarının farkında. Artık çalışma hayatında yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Bu dönemde herkesin aynı tarafta olması gerekiyor. Yani çalışma ilişkilerinde bireysel riskler toplumsal risklerin habercisi olduğu kadar, toplumsal riskler de bireysel risklerin habercisi. O yüzden hem kendimizi hem de toplumu birlikte düşünmek zorundayız.

Çelişkiler yumağının içindeyiz…

Gelişmekte olan ülkelerde orta gelir tuzağından bahsedilir. Bunun anlamı, sektörlerin ileri aşamaya geçememesi ve ücretler başta olmak üzere kazançların geleneksel sektörlerin elverdiği sınırlarda kalması. Türkiye’de yabancı sermayeye sadece parası için değil, aynı zamanda niteliği ve orta gelir tuzağından kurtaracak işlere aşinalığı nedeniyle ihtiyaç duyuyoruz. Dış borçla yabancı sermayeyi karıştırmayın. Dış borç, finans sektörünün aracılığıyla ülkemize giriyor. Yabancı sermaye ise doğrudan şirketler üzerinden ve riskler göze alınarak giriyor. Gerçi ülkemizde yabancı sermaye öyle bizim yerli sermaye gibi gözü kara her yatırıma dalmıyor. Onlar hesaplarını uzun vadeli ve stratejik düşünerek yapıyorlar.

Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye, enerji, bankacılık, telekomünikasyon gibi sektörlere yönelik olarak geliyor. Bunlar dışarıya kapalı sektörler olduğu için, yabancı sermayenin ilgi odağındaki sektörler. Yani ülke dışından bu sektörlere müdahale söz konusu değil. Dışa kapalı sektörler. Mesela elektrik dışarıdan alınmıyor. Fiyatları içeride belirleniyor. Bankacılık faaliyetleri, telekomünikasyon desen yine fiyatlama iç piyasada yapılıyor. Dikkat ederseniz bu sektörler dışa kapalı olduğu kadar siyasetin de etki alanından çıkartılmış. Bu sektörlerde yabancı sermaye girişi özelleştirmeler sayesinde oluşabildi. Siyaset kurumu mülkünü özel sektöre, etkileme gücünü Bağımsız Düzenleme ve Denetleme Kurumlarına devretti. Bunu ideoloji çevresinde tartışırsak hamaset galip gelir. Yabancı düşmanlığı, sermaye nefretiyle birleşince söylemler keskinleşir ve tartışmayı büyük olasılıkla hamaset kazanır. Ama işin aslı öyle değil…

Mesela, buralarda çalışan işçiler her gün bayram ediyor. Yabancı yatırımcının işçisine her gün 1 Mayıs… Bir uluslararası firmada mı yoksa yerel bir firmada mı çalışmak istersiniz diye sorulsa muhtemelen işçilerin çoğunluğu yabancı sermayeyi tercih eder. Çünkü yabancı sermaye ülkemizde uygulanan kanunlara, sendikal ilişkilere çok daha duyarlı davranıyor. Maliye Bakanlığına sorsanız o da yabancı sermayeyi tercih eder. Tahsilat sıkıntısı yok, vergi kaçırma yok. Tüketiciye sorsanız o da yabancı firmanın ürünlerini almayı tercih eder. Hile yok, hurda yok. Şimdi bu ne yaman çelişkidir ki, yabancıların piyasamıza girmesine hem karşıyız hem onlarla birlikte çalışmayı tercih ediyoruz.

Eğer yerli firmalarımızı tercih edilir hale getiremezsek bu utanç verici çelişkiyi gideremeyiz. Ya da daha anlamlı bir yorum yapalım; yerli sermayemizi dış sermayenin sahip olduğu işletmecilik değerlerine, kültürüne taşıyabilirsek, dünyaya meydan okuruz.

Yapılacak şey belli… Dış firmalar gibi; çalışma ilişkilerine, kanunlara ve tüketicilere saygı duyacak ve bunu içselleştirip firma kültürü haline dönüştüreceğiz, o kadar…