Mucitler, değişim ve İslami girişimcilik


Dünya’da dört eksenli değişim rüzgarları ürün ve firma ömrünü acımasızca aşındırıyor. Bundan etkilenen yalnızca firmalar değil elbette; devlet kurumları, ülkeler, uluslararası örgütler ve bireyler hemen hepsi az ya da çok bu değişim baskısının altında kalıyor. Çaresiz, yeni gelişmelere uyum gösterme çabasına giriyorlar ve başarabildikleri ölçüde ayakta kalacaklar.

Aslında yaşadığımız baş döndürücü gelişmeleri kaşifler ve mucitlerin zekasına ve ısrarlı buluş çabalarına borçluyuz. Her şey durduğu yerde durmuyorsa bu afacanlar sayesinde durmuyor. Bir bakmışsınız dünya devi Kodak fotoğraf endüstrisini yerle bir etmişler, bir bakmışsınız Nokia ‘yı tarihe gömmüşler.  Dünya’da değişimden söz ediyorsak işe bunun öznesi olan kaşifler ve mucitlerle başlamamız gerekiyor.

Avrupa Patent Ofisinin derlediği verilere göre geçen yıl dünya genelinde 175 bin patent başvurusu yapılmış. ABD 43 bin başvuruyla birinci sırada yer alıyor. Almanya 26 bin, Japonya 22 bin, Fransa 10 bin, Çin 9 bin patent başvurusu ile dünyada yapılan patent başvurularının %65’ini gerçekleştiriyor. Bu kabaca verilen istatistikler dışında en çok başvuru yapan firmaların faaliyet kollarına baktığımızda bilişim sektöründe yer aldıklarını görüyoruz.

Her gün üretim yöntemlerinde, tüketim kalıplarında, ödeme sistemlerinde ve başarı ölçülerinde yenilikler tasarlanıyor ve kısa sürede kullanıma giriyor. İnsanlar zamanlarının büyük bölümünü mobil telefonların sunduğu sonsuz uygulamalar içinde geçiriyor. Belki asla göremeyeceği yerleri görüyor, belki hiç tanışamayacağı insanlarla tanışma fırsatı buluyor. Kendini ifade ediyor, tanıtıyor, takipçi sayısını artırıyor. Ama aynı zamanda kendisine ulaşmak isteyen markaların ağına takılıyor. Bilişim teknolojisinin bir okyanus olduğunu düşünün. Bizler bu okyanusun içinde yüzen balıklarız. Birileri de ağlarını açmış bizim ağa takılmamızı bekliyor. Hasadı bitmeyen bereketli bir okyanus…

Endüstri 4.0 kavramını en iyi açıklayan tanım, karanlık fabrika tanımı. Yani robotların çalışması için fabrikada aydınlatmaya ihtiyaç yok. Robotların, bilişim sektörünün desteğiyle hemen tüm insan becerilerine sahip olacağı günler çok yakın. Yüzlerimizi tanıdılar, çevremizi biliyorlar hatta neye ilgi duyduğumuzu da… O halde çok yakında, mağaza önlerinde bizleri içeriye adımızla davet edecek tezgahtar robotlarla tanışacağız. Şimdilik tezgahtarlarımız olan robotlar bir süre sonra işverenlerimiz haline de dönüşebilir.

Bitcoin eşler arası teknolojiyi kullanarak merkezi otorite veya banka olmadan çalışmaya on yıl önce başladı. Bugün 1 bitcoin 42 bin TL’den işlem görüyor. İşlemlerin yönetimi asla bir devlet otoritesi değil. Sadece 21 milyon kuruşla sınırlandırılmış bir sanal tasarruf ağı. Kimse Bitcoin’e sahip değil ve onu kontrol edemez. Bitcoin kendine has birçok özelliği sayesinde diğer ödeme yollarıyla yapılamayacak çok farklı ödemelerin üstesinden gelmeye aday. İşte yeni ödeme sistemleri çağının içindeyiz. Belki kurumlar kendi paralarını basarak senyoraj gelirini kamu otoritesiyle paylaşmadan iktisadi özerkliğe doğru yol alacaklar. Orta Çağ’da Avrupa’da hüküm süren derebeyleri (Senyörler) bugün yeni çıkan bitcoinin benzeri paraları bastıklarında senyoraj hakkını ellerinde tutup, kendi çıkarları için kullandılar. Modern ekonomik sistemlerde, teknik olarak bu hak sadece merkez bankasınındır. Acaba merkez bankaları işlevlerini kaybetmekle yüz yüze mi kalacaklar?

Buluşlar tek başına bir anlam taşımaz. Çoğu patent hayata geçirilememiş arşive kaldırılmıştır. Bunları hayata geçiren girişimcilerdir. Girişimcilerin mucitlerle ve yatırımcılarla buluşmasına zemin hazırlayan ekonomiler büyür, üretim ekonomisi olur. Bunu başaramayan ülkeler de tüketim ekonomisi olur. Aslında mucitlerine, kaşiflerine ve en önemlisi girişimcisine sahip çıkamayan toplumlar üretim ekonomisi olamadıkları gibi borçlanmadıkları sürece tüketim ekonomisi bile olamazlar.

Çevremize ve dünyada olup bitene bir bakalım… Her şey değişirken bu değişimin sürekli ve açık ara tüketim tarafında yer almak, bir süre sonra borçlanma olanağını da kaybedeceğimiz anlamına gelmeyecek mi?  

Başarı ölçütleri de değişecek. Halen firma ve ülkeler bilançolarına ve gelir tablolarına bakılarak değerlendiriliyor. Kredibilitesi yani başarı değeri mali tabloların üzerinden ölçülüyor. Bence bu da tarihe karışacak yaklaşımlardan biri. Zira firma ya da ülkelere borç veren çevreler yatırımlarının karşılığını güvencede ve karlı görebilmek için o firmanın veya ülkenin “sürdürülebilir” alanlarda faaliyet gösterip göstermediklerine daha çok odaklanacak ve buna ilişkin ölçüm tekniklerini geliştirecekler. Belki de en can alıcı gelişme de bu alanda olacak. Örneğin çevrenin korunması amacıyla yapılan bir buluş ve bunun ticari değeri savaş endüstrisindeki herhangi bir buluşun değerinden daha fazla sürdürülebilir görülecektir.  Sağlık, enerji, çevre ve bilişim sektörünün insanlığın kurtuluşuna vesile olacak birçok yeniliğe zemin oluşturacağını göreceğiz. Tıpkı geçmişte olduğu gibi Müslüman kaşiflere büyük iş düşüyor. Neden mi? Çünkü Müslüman kaşifler ve mucitler yeryüzünü kana boyayacak, fitne çıkartacak ve sırf para kazanma hırsıyla dünyayı kirletecek alanlara kafa yormayacaklar da ondan. İslami girişimcilik ise Müslüman olsun ya da olmasın tüm dünyadaki “iyi ve güzel” olan patentleri satın alarak ticarileştirecekler. Bu alanda İslami yatırım fonları kapitalist sistemin arkasından gitmeyi bırakarak “sürdürülebilirlik” bağlamında yeni başarı ölçütleri geliştirecek ve İslami girişimciliği destekleyecekler. En azından ben bunu umut ediyorum…

Faizli kredi piyasasından, faizsiz piyasa kredisine…

İlk adım: Faizsiz Elektronik Çek

Faiz konusunda eleştiriyle yetinmeyip alternatif çözüm üretmemiz gerektiğini düşünen biri olarak, uzun yıllardır üzerinde çalıştığım araştırmaları ve piyasa gözlemlerimi ekonomi yönetiminin istifadesine sunmayı ve kamuoyunun bilgi dağarcığına küçük de olsa katkıda bulunmayı görev addediyorum.

Önce bakış açımızı değiştirecek bazı bilgiler vereceğim… Kullandığımız kredi tutarının bugün itibariyle 2,5 trilyon TL olduğunu ve buna karşılık yılda 370 milyar TL faiz ödediğimizi önceki yazımda belirtmiştim. Oysa en az bu tutarda çek, senet ve açık hesapla borçlanıyoruz. Bu tür borçlanmada “banka” yerine “piyasa” kredisi kullanıyoruz. Şimdi gelin hep birlikte piyasa kredisinin boyutlarını daha detaylı inceleyelim ve buradan üreteceğimiz faizsiz finans modeline göz atalım…

Firma bilançolarına bakıldığında; çek, senet veya açık hesap olarak nitelenen ticari borçların firma varlıklarına kaynak teşkil ettiği görülecektir. Bu sebeple; sağlam bir geçmişi, güçlü itibarı olan köklü firmalar banka kredisi yerine piyasa kredisiyle işlerini yürütebilmektedir. Ama KOBİ’ler ve henüz yeni kurulan firmalar bu şansa sahip olmayabilirler. Bu yüzden geliştireceğimiz çözümün bu kesimleri kapsaması büyük önem taşıyor. Bunu başarabilirsek bir yandan üretim maliyetlerimizi diğer yandan banka kredisinin sistemdeki ağırlığını azaltabiliriz.

Bankacılık verilerine göre 2018 yılı itibariyle Türkiye’de kullanılan çeklerin tutarı 939 milyar TL. Bu tutar, piyasadaki toplam çek stokunun sadece ibraz edilen kısmı. Bununla birlikte hepimiz biliyoruz ki, keşideciler sıra vadeli çek düzenlemektedir. O halde vadesi gelmeyen çeklerle birlikte 2-3 trilyon TL tutarında çek stokundan söz edilebiliriz.

2018 yılı itibariyle keşide edilmiş çeklerin %97 ‘si ibrazında, %1’lik kısmı ise en geç 12 ay içerisinde tahsil edilmektedir. Geri kalan %2’lik kısmı ise icra takibine konulmaktadır. Nakdi kredilerde ise tasfiye olunacak tutar daha yüksek ve tahsil süreleri daha uzundur. Burada karşılaştırma yapıldığında görülecektir ki; nakdi kredilerde tasfiye edilecek oran %3 seviyesindeyken karşılıksız çekte bu oranı %2 seviyesindedir. 

Nakdi kredi hacminin 2,5 trilyon TL olduğu buna karşın piyasada keşide edilmiş çek stokunun da tahminen 2,5-3 trilyon TL olduğu dikkate alındığında, makro ekonomik dengelerin korunması ve ticaret hacminin geliştirilmesi için çek kullanımının güvence altına alınarak özendirilmesi en az kredi piyasası kadar önem taşımaktadır. Bu denli büyük bir finansal piyasanın, bilişim teknolojisiyle ve alacak sigortası ile desteklenerek daha da büyütülmesi mümkündür.

Yine bir önceki yazımda ümitsizliğe yer olmadığını, faizsiz alternatif finansman modellerinin yaşama geçirilmesi için yasal düzenleme ve nitelikli insan kaynağına ihtiyacımız olduğunu belirtmiştim. İşte size bir örnek: Elektronik çek yasası taslak olarak hazır. O halde ekonomi yönetimi yenilikçiliğin önünü açmalı, bu amaçla ihtiyaç duyulan yasal düzenlemeleri hızla hayata geçirmelidir.

Elektronik çek neler kazandıracak?

Öncelikle şunu biliyoruz ki, elektronik ortamda düzenlenen çekin tutarı banka ya da ilgili finans kurumu tarafından bilinecektir. Bu aşamada alacak sigortası sisteme girecek ve ödeme garantisi verilen çekin itibarı artarak, piyasa kredisi olarak kullanımı yaygınlaşacaktır. İşte size çek uygulamalarında güvence sorununu giderecek yeni bir ödeme aracı…

Bugüne kadar sorunumuz çeklerin karşılıksız çıkması değil miydi? Alacağını tahsil edemeyen firmalar borcunu ödeyemiyor ve ödeme güçlüğü teselsül ederek tüm sistemi olumsuz yönde etkiliyordu. Özellikle kriz dönemlerinde konkordato taleplerinin başlıca nedeni karşılıksız çeklerdi. Elektronik çek uygulaması hayata geçtiğinde karşılıksız çek sorunu bütünüyle gündemden düşebilir.

Aynı modeli elektronik senet uygulamasıyla da pekiştirebiliriz. Nasıl ki bankalar kredi kartına ödeme güvencesi sağlıyorsa, üzerinde yazılı tutarı denetleyerek elektronik çek yaprağına da ödeme garantisini verebilir. Bunun akla yatmayan bir tarafı var mı?

Öte yandan elektronik çek sayesinde bankalar bugünden daha çok komisyon elde edecektir. Örneğin çek müşterileri için yaptıkları istihbarat ve güncellemeler nedeniyle oluşan operasyonel giderleri önemli ölçüde azalacaktır. Zira arka planda anlık risk ölçen bir sistem çalışacaktır. Önemli avantajlarından biri de ciro işlemlerinin elektronik ortamda izlenebilmesi ve banka açısından işlem geliri elde edilebilmesidir. Elektronik çekin diğer yararı, kredi kullanımı yerine tekafül sistemini piyasaya kazandırmasıdır. 

Özetle; kredi piyasasını rahatlatmak, faiz nedeniyle ortaya çıkan kaynak maliyetini düşürmek için alacak sigortası (tekafül) ile desteklenen, piyasalara güven veren yeni bir ödeme aracını yaşama geçirmemiz mümkündür.

Gelecek yazımda kredi mağdurlarına değinerek alınması gereken acil önlemlere yer vereceğim.  

Faizi ayaklar altına almak… (2)

Sorun faizin kendisi mi yoksa faiz oranları mı?

Gündemdeki ekonomik sorunların başında yüksek faizler var. Hükümetimiz faiz oranlarının düşürülmesi amacıyla yoğun çaba harcıyor. Peki, sorunumuz faizlerin yüksek olması mı yoksa faizin kendisi mi? Sorunumuz daha düşük faizle borçlanıp daha fazla tüketmek mi, yoksa “yeterli olanı” hesaplayarak daha tutarlı ve sürdürülebilir bir iktisadi yaşam tasarlamak mı? İhtiraslarımıza gem vuramadığımızda buna cevap veren kredi piyasasının olmayışı mı bizi üzüyor, yoksa dara düştüğümüzde elimizden tutacak bir dost bulamayışımız mı? Zaten verilmemesi gereken bir kredi yüzünden evi, işyeri haciz memurlarıyla basılan bir sistemi mi korumaya mı çalışacağız, yoksa insanlara ihtirasları uğruna borçlanmamaları gerektiğini mi öğreteceğiz? İşte bu sorulara ekonominin kaynak kodlarına eğilmeden cevap veremeyiz. Kısacası yeni bir yazılım tasarlamadan mevcut işletim sistemini kullanarak faiz koridorundan çıkmamız pek mümkün görülmüyor.

Finansal kapitalist sistemin temelinde oldukça iyi tasarlanmış kredi piyasası vardır. Kredi piyasası bugüne kadar geliştirilen en etkin sömürü aracıdır. Kredi kavramı cazibesini tüketim ya da yatırım harcamalarına kaynak teşkil etmesinden alır. Geliriniz harcamalarınıza yetmediği takdirde borçlanma yoluna gidersiniz. Finansal kapitalist sistemde borçlanma aracı kredidir. Kredi piyasasının işlerliğini sağlayan da faizdir.

Faizin tasarrufları yatırıma veya tüketime yönlendirici iki önemli işlevi var. Ayrıca tasarrufları özendirici özelliğini de unutmamak gerekiyor. Bir ekonomide hem tasarrufu hem de yatırım ve tüketimi tek merkezden kontrol eden böylesine kullanışlı bir sistem dururken daha etkin araçlar geliştiremediğimiz takdirde faizi terk etmek sadece mütedeyyin kesimlerin tercihi olarak kalacaktır ki bunun da ekonomiye tesiri ihmal edilecek kadar azdır.

Kâr payı dağıtan katılım bankalarının benzeri güvence vermesine rağmen mevduat toplamada yaşadıkları güçlükler, kredi piyasasında gelişememeleriyle doğrudan ilgilidir. Zaten tasarruf açığı ve sermaye yetersizliği çeken İslam ülkelerinde kredi kalitesi düşük firma pazarına yönelmek rasyonel görülmüyor. Kuş her iki kanadını birlikte kullanarak yükselir. Hem tasarruf hem de yatırım piyasasını birlikte büyütmek zorundasınız. Bunu eş zamanlı yönetmede katılım bankalarının güçlük çektiği ortadadır.

Faizin gelir paylaşım mekanizması olarak kurgulanması, öngörülebilir olması ve teminata konu edilmesi nedeniyle bunu ikame edecek finansal ürünler geliştirmede zorlanıyoruz. Bu yüzden çoğumuz faizin günümüz koşullarında ortadan kaldırılamayacağını düşünüyor. Ama faizin zararlarını kabul etmeyen de yok. Bu zararlı alışkanlıktan kurtulamamak gibi bir şey… Öğrenilmiş çaresizlik. Söylediklerim kredi alan kesimler için daha çok geçerli. Diğer yandan parası olanlar da bankaya yatırdıkları mevduatların karşılığında yatırımlarını enflasyondan koruma dışında reel bir getiri elde edemediklerini düşünüyor. Bu durumda mevduat sahiplerinden ama daha çok kredi müşterilerinden kazanç sağlayan bankalar sistemden yararlanan temel aktörler oluyor. Kredi kullanan kesim sistemin en dramatik rolünü üsleniyor. Özellikle kriz dönemlerinde bankalara borçlarını ödeyemiyor. Bir süre sonra bankadan aldığı krediyi bir başka bankadan kredi çekerek ödemeye başlıyor ve battıkça batıyor. İşte bu yüzden faizsiz bir sistemin kurgusu üzerinde çalışmak, hem ekonomi yönetiminin hem de ekonomik birimlerin temel görevidir.

Hemen ifade edelim ki, ümitsizlik yok, çaresizlik yok. İleride yazacaklarım bu konuda oldukça sağlam alternatiflerin tasarlanmış olduğunu gözler önüne serecektir. Aslında sorunumuz, faizi ikame edecek finansal araçlara gerekli yasal zeminin hazırlanmayışı ve nitelikli insan kaynağının yetiştirilememesidir. Eğer bu iki önemli eksik giderilirse parasal kaynak temininde sorun yaşanmayacağını düşünüyorum.

Güncel verilere göre yaklaşık 2,5 Trilyon TL kredi kullanılıyoruz. Buna karşılık 2019 yılı sonu itibariyle ödeyeceğimiz tahmini faiz 370 Milyar TL olacak. Buna devletin ödeyeceği faizleri de eklersek 450 Milyar TL tutarında bir faiz yüküyle karşı karşıyayız. Yılda 80 Milyar dolarlık bir varlık transferi yaşanıyor. Milli gelirin yaklaşık %10’u faiz gideri olarak harcandığında ne yatırım ne de işsizliği önlemek için elde avuçta bir şey kalmıyor. Faiz ekonomiden tüm enerjiyi çekip alıyor. Varlık transferi olarak bilançolardaki el değiştirmeden söz etmiyorum. Hani “Borçlanarak geleceğimizden yemişiz.” diye bir serzeniş vardır ya… Asıl önemli nokta bunu idrak etmek. Zaman, yani ömür tekrar kazanılamayacak tek şeydir. Ama biz ömrümüzden severek isteyerek faiz yoluyla başkalarına ömür transfer ediyoruz da bunun farkında değiliz.

Üniversitelerimiz ise böylesine önemli bir konu üzerinde yeterli araştırma yapmıyor. YÖK Kütüphanesinde “faizsiz” anahtar kelimesi ile tarama yapıldığında çoğu yüksek lisans düzeyinde 40 kadar tez çıkıyor. Ekonomik güvenliğimizi tehdit eden böylesine önemli bir konuya kafa yormak akademik camiaya neden zor gelir? Anlayabilmiş değilim…  

Sonraki yazımda kredi alan kesimlere alternatif çözümler sunmaya çalışacağım.