Bundan böyle ekonomi gündemimizin en önemli başlığı işsizlik olacaktır. Zira işsizlik sorununda yeni bir evreye girdik ve yüzde 10’un altında olması gereken işsizlik oranı yüzde 15’e kadar yükselmiş bulunuyor.
İşsizlik sorununun çözümü elbette hükümetin görevidir. Ama bu makaleyi okuyan bazı çevrelerin ‘şimdiye kadar iktidardasınız neden çözemediniz?’ şeklinde yapacağı eleştirilerin haklılık payı yoktur. Zira Türkiye’de son on yılda yaşanan menfur darbe girişimleri, terör saldırıları, bölgesel savaş koşulları, hemen her kıt’ada yaşanan ABD ambargosunun neden olduğu küresel riskler hem siyasi istikrarımızı olumsuz etkiledi hem de ekonomideki yapısal reformları yavaşlattı. Elbette işsizliğin artmasında bu olumsuzlukların payı büyüktür. Ayrıca işsizlik gibi küresel ölçekte yaşanan, güncel ve yapısal bir sorunla ilgili alınacak önlemler sürekli gözden geçirilmeli ve yeniden düzenlenmelidir. Ancak bu sayede artışın önüne geçilebilir.
Hemen ifade edelim ki; işsizlik sorununu bundan yirmi yıl önce tasarlanmış ve merkezden yönetilen teşvik ve destek modeliyle çözmemiz güçleşti. İktisat politikaları yeniden şekillenirken, iş ve meslek türleri değişirken, esnek iş modelleri yaşama geçerken işsizlik sorunu da bu gelişmelerden etkileniyor ve çözümü zorlaşıyor. O halde çözüm modelimizi güncellemeliyiz.
Günümüzde yürürlükte olan Yatırım ve İstihdam Teşvikleri sınırlı etkiye sahip. Örneğin, sigorta ve vergi yükünün hatta maaşın bir süreliğine devlet tarafından sağlanması bile yeterli etkiyi göstermiyor. Eğer alınması gereken önlemleri yerinde ve zamanında alamazsak Türkiye’nin işsizlik nedeniyle siyasi istikrarsızlığa sürüklenmesi söz konusu olabilir.
Yapılması gerekenler nelerdir?
İş dünyası, kredi maliyetleri ve döviz kurlarındaki ani artışlar nedeniyle işlerini küçültme yoluna gidiyor. Öz kaynaklarını eriten bir maliyet enflasyonuyla karşı karşıyalar. Her geçen gün sermaye gereği arttığı için daha fazla kredi kullanmak zorunda kalıyorlar. Kredi faizleri artarken satışlar azaldığı için durgunluk içinde borçlanma riskine girmek istemiyorlar. Döviz tevdiat hesaplarının artması, işletmede kullanılan öz sermayenin üretim yerine banka hesaplarına aktarıldığının göstergesi. O halde kur ve faiz oranlarında istikrar sağlamadan iş dünyasının üretim ve yatırıma yönelmesini bekleyemeyiz. Dolayısıyla en başta makro ekonomik istikrarı tesis etmemiz gerekiyor. Peki ama nasıl?
Yatırım iklimini yeniden oluşturmak zorundayız…
Aslında yatırım ve istihdamı özendiren en önemli unsur makro ekonomik istikrardır. Makro ekonomik istikrar olmadığı sürece siz ne kadar teşvik uygulasanız da sular durulmadan kimse yatırım yapmayacaktır. Döviz kurlarındaki oynaklık dinmeden faiz oranları düşmeyecek, faiz oranları düşmeden ekonomide büyüme sağlanamayacak, dolayısıyla istihdam hacmi artmayacaktır. O halde işsizlikle mücadelede alınması gereken ilk önlem döviz kuru istikrarıdır.
Bilindiği gibi 2001 krizi ardından Merkez Bankası dalgalı kur sistemine geçti. Bu sistem döviz kurlarının müdahale edilmeksizin piyasa tarafından belirlenmesini öngörmekteydi. Uzun dönem için işe yaradığı izlenimi veren dalgalı kur rejimi, siyasi ve ekonomik çalkantıların yaşandığı dönemlerde ekonomide kalıcı hasarlara yol açmaktaydı. Zira fiyat şoklarına neden olabiliyordu. Dalgalı kur rejimi adı üzerinde oynaklığı, belirsizliği çağrıştırmaktadır. Tasarlanan kur rejimine göre dalga boyunun artması durumunda faiz oranları dalga kıran olarak kullanılmaktadır. Ne var ki, bu her zaman işe yaramamaktadır. Örneğin, dünyadaki, bölgemizdeki ve içimizdeki etkenler nedeniyle faiz oranlarının artması işe yaramamaktadır. Kur artışı engellenemediği için enflasyon daha da artmış, faiz oranları artsa da yurt dışından beklenen fon akışı gerçekleşmemiştir. Çünkü dışarıdan fon akışı için sürdürülebilir büyüme gereklidir. Büyüme olmadan sağlıklı fon akışı gerçekleşemez. Bu yüzden işsizlik sorununun çözümü kur rejiminden geçmektedir. Makro ekonomik istikrar için de öyle… Zira nereden yola çıkarsanız çıkın eninde sonunda kur rejimine takılırsınız.
Dalgalı kur rejimini kim geliştirdi?
Dünya’ya Washington Uzlaşması yoluyla batılı finans çevrelerinin empoze ettiği kur rejimi dalgalı kur rejimidir. Bunun nedeni, türev piyasaların çalışması, tahvil ve bono finansman araçlarının yatırım fonları tarafından kontrol edilmesi ve derecelendirme kuruluşlarının para akımını yönetmesidir.
Dalgalı kur rejimi tümüyle spekülatif ve manipülatif etkilere açıktır. Türkiye gibi döviz kurlarının faiz oranlarıyla kontrol edilmeye çalışıldığı ülkelerde, faiz oranlarının yükselerek kaynak maliyetlerini olumsuz etkilemesi kaçınılmaz olarak büyümeyi düşürecek ve işsizliği artıracaktır. Aslında yaşadığımız işsizlik sorununun kaynağını da özetlemiş olduk. Ancak bu sistemden çıkmak sanıldığı kadar kolay değildir. Batı finans kurumlarına entegre edilmiş bir sistemin yeniden restorasyonu sancılı ve yönetilmesi güç bir süreçtir. Bu nedenle milli ve yerli ekonomi politikasının çerçevesi oluşuncaya kadar mevcut dalgalı kur rejiminde yapılabilecekleri tartışmak zorundayız.
İhracata dayalı büyüme modeli işsizliği önlemenin en kalıcı yoludur.
En başta yapılması gereken Türkiye’nin ekonomik koşullarına uygun düşen reel efektif kurun belirlenmesidir. Reel efektif kurun dış ticaret ve cari açığın giderileceği tarihsel seviyeye uygun olan % 70 oranına çıpalanması bizi kur istikrarına taşıyacaktır. Size belki aykırı gelebilir ama bir süre için TL’nin zayıf olması gerekiyor. Ülkeye ihracat ve turizm gelirleri girdikçe, faiz oranlarında azalma eğilimi kendiliğinden oluşacaktır. Halen ihracatımızı artıracak en önemli faktör kur desteğidir. Henüz teknoloji ihraç edemiyoruz. Bu yüzden döviz kurlarının reel efektif kur dikkate alınarak yönetilmesi gerekiyor. Diğer taraftan bu sayede makro ekonomik kırılganlığa neden olan cari açık sorununun giderilmesini de sağlanacaktır. Eğer reel efektif kuru esas alarak hareket edersek faiz oranlarını düşürür ve dövizi ihracat için elverişli düzeyde tutabiliriz. Bunun işlem mimarisine daha sonraki yazılarımda yer vermeyi düşündüğüm için şimdilik bu konuyu kapatıyorum.
Ancak, kalıcı istikrar için bütçe açıklarının da azaltılması gereklidir. Bütçe açıklarını azaltmanın iki yolu vardır. Ya gelirlerinizi artıracak ya da harcamalarınızı kısıtlayacaksınız. En doğrusu gelirlerinizi artırmadan önce giderlerinizi azaltmaktır. Artırmayı düşündüğünüz vergi gelirleri ekonomiden rol ve kaynak çalmanıza neden olacaktır. Genişleyici maliye politikaları her zaman ekonomik krize neden olmuştur. AK Parti dönemi mali disiplinin uzun süre korunduğu ve bu sayede ekonomide istikrarın tesis edildiği bir dönemdir. Sosyal adalet ve gelir dağılımında gözetilen hassasiyet kamuoyundan büyük takdir toplamıştır. Ancak kaynakların daha verimli ve ulusal rekabet gücümüzü artıracak alanlarda harcanması gerekiyor. Kamu harcamalarında 2015 yılından sonra her yıl yapılan seçimlerin de etkisiyle bu ilkelerin dışına çıkıldığını görüyoruz.
Gelirlerimizin artmasına gelince, ihracata dayalı büyüme modelimiz sonuçta; iç tüketimi de canlandıracak böylece vergi gelirleri artacaktır. Esas itibariyle Maliye politikamızın ithalattan alınan vergilerden ziyade yurt içindeki gelir ve kurumlar vergisine, yani “kazancın vergilenmesi” ne dayanması gerekmektedir. Bu sayede bütçe açıkları orta vadede sorun olmaktan çıkacaktır. Daha önce yaptığımız ekonometrik analizlerde ihracatla işsizlik oranı arasında korelasyon tespit etmiştik. Yani ihracat arttığında işsizlik azalmaktadır. Ama dış ticaret fazlasını vermemize sadece reel efektif kurun cazibesi neden olmamalıdır. Uzun vadede Türk malları ucuz olduğu için değil kaliteli olduğu için tercih edilmelidir.
İşsizliğin artmasına neden olan en önemli etkenlerden biri de iş gücü niteliğindeki değişimdir. İş gücü niteliğini her zaman Pazar belirlemiştir. Kişi Başı Milli Gelirimizin 3 bin dolar olduğu dönemde aldığımız ürünlerle 10 bin dolar gelirle aldığımız ürünler aynı değil. Yani harcama sepetimiz değişti. Bu aynı zamanda üretim ve satış süreçlerinin de değişmesine neden olmuştur. İşte; iş gücümüzün niteliği üretim süreçlerindeki bu değişime yeterince ayak uyduramadı ve çoğu ithal ürünü kullanmaya başladık. Milli gelirimizin artması istihdam oranımızı aynı hızla artırmadı. Demek ki harcamalarımız daha çok dış ülkelere yaradı.
Bir başka etken iş güvencesindeki katılıktır. İş güvencesi elbette önemlidir. Ülkemizde nitelikli yatırımların azlığı emek yoğun sektörlerde yoğunlaşma yüzünden işçilik giderleri hep göz önünde oldu. İşverenlerin istihdam artırmada zihinlerindeki en önemli sorun; işler yavaşladığında işten çıkarmadaki zorluklardır.
Firmalarımız rekabetçi olamadıkları için istihdam kapasitemiz artmıyor. Firmalar rekabetçi olabildikleri ölçüde ayakta kalabilirler. Bunun koşulları bellidir. Maliyet avantajı, ürün kalitesi, müşteri sadakati, yenilikçilik, markalaşma… Firmalarımızın ortalama ömrü beş yıl. Açılan şirketlerin kapananlara oranı artan işsizliği önleyemiyorsa rekabetçi firmalarımız sınırlı demektir.
Girişimciliği yeteri kadar desteklemiyoruz. Bugün bir anket yapılsa gençlerimizin büyük çoğunluğu kurumsal firmalarda çalışmak ister. İş kurma becerisi ve isteği ne yazık ki aşılanmıyor. Girişimci yeteneklerimizi ekonominin genel şartları desteklemiyor. Krediye erişimde zorluklar bir yana kredi maliyetleri çok yüksek. Aslında yeni kurulan bir firmayı yüksek faizle borçlandırmak zaten yanlıştır. Yapılması gereken, girişim sermayesi desteğidir. Ama ne yazık ki ülkemizde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklıklarını büyütemedik. Ayrıca, başarısız firmalar yüzünden arkadan gelenlerin cesareti kırıldı. Eğer girişimcilerimizi eğitebilirsek onlara cesaret vermiş oluruz.
Keşke iş gücü maliyetleri asgari ücretten ibaret olsaydı. Ama ne yazık ki iş gücü maliyetlerimiz çok yüksek. Maaş bir yana, neredeyse bir o kadar vergi ve SGK yükü olduğu için işverenler bu yükün altında eziliyor. Satılan malın maliyeti içerisinde işçilik giderleri artarken satış gelirleri artmıyorsa istihdam sağlamada isteksizlik olacaktır. Sigorta ve vergi destekleri bu yüzden işe yaramaktadır. Ama keşke belli bir dönem ya da bölge için olmasa da mevcut çalışanlar için genel bir indirim düşünülse. Kuşkusuz daha etkili olacaktır. Zaten var olan firmalar istihdam sağlayacağına göre, bir yığın bürokrasiyle uğraşmak yerine genel indirim yapılması çok daha isabetli olacaktır. Adil olan da budur.
İnşaat sektörü yerine sanayi, turizm, tarım, enerji, sağlı ve eğitim gibi alanlarda büyümeyi hedeflemeliyiz. Elbette “yatırım” çok geniş bir kavram. Biz burada istihdam sağlayan yatırımlardan söz ediyoruz. Ülkemizde talep canlılığı ve kredi yönlendirmesi sonucu inşaat sektörü hızla büyüdü. Araç satışları arttı. Bunlar refah göstergesi olabilir. Ancak, geldiğimiz noktada ne borçlanarak satın aldığımız konutlar ne de son model araçlar istihdam kapasitemizi artırmadı. Zira işletmeler için değil, tüketim malları için kaynak kullandık. Bugün için yapılması gereken; sanayi, turizm, tarım, enerji, eğitim ve sağlık sektörlerini finans kurumlarıyla ilişkilendirecek yeni mali araçlar geliştirmektir. Gerek ihracata gerekse iç pazara yönelik ürün yelpazemizi artırmaktır.
İstihdam teşvikleriyle yatırım teşviklerini bölgesel politikalardan ayırmalıyız. Yatırım yapmanın bölgesel gelişmişlik farlılıklarını giderecek etkileri elbette olacaktır. Ama yatırım teşviklerini sektörel ve bölgesel bakımdan planlamanın günümüz şartlarına uygun düşmediğini de belirtmek gerekir. Zira yatırım yapabilmek için bilgi ve tecrübeye gereksinim duyulmaktadır. O tecrübe Ege ve Marmara Bölgesinde oluşmuş, kısmen Konya, Ankara, Kayseri, Gazi Antep gibi belli başlı illerde gelişimini sürdürmektedir. Bunun dışındaki illerde tarım ve madencilik gibi doğal kaynakların beşerî servetle buluşması gözetilebilir.
Metropollere yığılma işsizlik sorununun çözülmesini zorlaştıran en önemli etkenlerden biridir. Neden daha fazla işsiz metropollerde yaşıyor? Metropollerde çalışma koşulları daha çetin, yaşam koşulları ağır ve hayat pahalılığı yüksek olmasına rağmen insanlar neden metropollerde yaşamaktan vazgeçmezler? Bunun çok çeşitli nedenleri var. Yirmi yıl öncesi üniversitelerin büyük şehirlerde olması göç için bir neden olabilirdi. Ya da sanayi ve turizm gibi sektörlerin büyük şehirlerde toplandığı gerekçe gösterilebilirdi. Ancak son yirmi yılda Anadolu sathına yayılmış yüzlerce üniversite kuruldu. Buna rağmen buralardan mezun olan öğrenciler yine büyük şehirlerin yolunu tutuyor. İş mi bulamıyor, yoksa hayal ettikleri yaşamı mı Anadolu’da göremiyor? Herhalde ikincisi doğru. Bu yüzden bir süre zorluklara katlandıktan sonra arzuladıkları refah seviyesine metropollerde ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Nereden bakarsanız bakın gereksiz bir yığılma var ve en küçük krizde metropoller bundan daha çok etkileniyor. Bu sorunun çözümü istihdam politikalarının bir parçası olmak zorundadır.
Tüketici ve üretici dengesi gelir politikalarının sonucunda şekillenmektedir. Yani kişi başı milli gelirin yüksek olduğu yerler başlı başına çekim merkezidir. Buralara hem üreticiler hem de çalışanlar yakın olmak ister. Üreticiler ağırlıklı olarak pazara yakın yerlere ürün satmak isteyeceklerinden aynı bölgede sanayileşmek isteyecektir. Yani geliri yüksek olan bölgelerin cazibe merkezi olmaları bu yüzdendir. O zaman bir sarmalla mı karşı karşıyayız? Kesinlikle evet. Peki bu sarmaldan nasıl kurtulabiliriz? Anadolu’da kişi başı milli geliri dengelemeden bölgesel gelişmişlik farklarının önüne geçemeyeceğimiz gibi işsizlik sorununu da gideremeyiz. Yani asıl sorunumuz bölgesel gelir dağılımıdır. Kamu yatırım ve sosyal harcamaların bölgesel gelir dağılımını dengelemesi gözetilmelidir.
Teknolojik yeniliklerin ülkemizden doğması veya ülkemizde ticarileşmesi Türkiye’nin işsizlik sorununu kökünden çözecektir. Bu nedenle teknoloji üretimine sağlanacak destekler istihdam imkanlarını önemli ölçüde artıracağı için büyük önem taşıyor. Teknoloji transferi en az teknoloji üretmek kadar önemlidir. Her yeniliği Türkiye’nin tasarlaması elbette mümkün değildir. Ama yeniliğin ticarileşmesini ülkemizde sağlamamız halinde o yeniliği millîleştirmiş oluruz. Bu da istihdam kapasitemizi artırır.
Elinde projesi olan, yeni bir iş fikri olup da sermayesizlik nedeniyle teşebbüse geçemeyen girişimciler daha fazla istihdam olanağı sağlamaları mümkünken bunu gerçekleştirememektedir. Riskten kaçınma nedeniyle iş dünyasına katılım azalmakta dolayısıyla işsizliği azaltacak teşebbüsler hayata geçirilememektedir. Teknoloji Merkezleri ve Teknoparklarda Girişim Sermayesi Fonlarının bir arada olması sağlanabilir.
Buraya kadar temas ettiğimiz konuların üzerinde yeni bir teşvik ve destek sistemi geliştirmek gerekiyor. Bu alanda çalışma arzusu taşıyan, siyasetçi, akademisyen, bürokrat ve iş dünyası temsilcilerinden oluşan katılımcılarla “iş ve istihdam çalıştayı” yapılarak somut kararların alınması gerekmektedir.